24 Şubat 2011 Perşembe

Hat Kütür (Haute Couture) İçime Kıyınca!

Malumunuz Feyşın Wik haftası bitti. Bir kırmızı halımız eksikti onu da tamamladık. Celebrity'ler, kendini celebrity hissedenler ve asla olmayacaklardan oluşan izleyiciler eşliğinde tasarladık, diktik, kankenlere giydirdik( Kanken: Mankenin yandan yemiş -100 beden hali.Bir de Konken'ler vardır. Onlar da yiyip içip popoya vuranlardan oluşur.Ortalama + 100 bedendirler.) fotoğraf çektik, dedikodu yaptık. Ve Allahıma bin şükür Micheal Jackson'ın abisine kendimizi ispatladıktan sonra haftayı  bitirdik.


Ben bir kanken olamadım şu hayatta ama konken olmamak için de az çabalamıyorum değil hani! Kankenler besin değeri düşük beyinleriyle ortalıkta salına dursun, ben selülitlerim ve yağlı armut göbeğimle gurur duymaya devam ediyorum. Ama gelin görün ki özel günler sendromu diye bir sendroma sahip değilim desem yalan söylemiş olurum.

Ben moda alemine çok sevgili  Pembe Puantiye'm evlenmeye karar verince ayak bastım. Bu kötü yola düşme hikayem güzel bir sebeptendir ama yaşadıklarım hazindir sevgili okuyucularım. Pembe Puantiye evleneceğim deyince bizim kızlar kulübü toplandık, ışık hızında moda dünyasına el attık. Ve böylece İstanbul'da  düğün tarihinde sonlanacak olan Feyiın Wik'imiz başlamış oldu. Potansiyel tasarımcılar, çaylaklar arasında parlayanlar, ömürlük butikler hatta Türkiye'de tekstilin durumu... Bütün bu konular hakkında detaylı araştırmaya kadar inen ve derinlemesine bilgi sahibi olduk.
Eee çok okuyan mı çok gezen mi... Tabii ki çok gezen... Öyle ki Feyşın Wik'te kızlarla bir kreasyon mu hazırlasak diye düşünmedik değil! Eğer hazırlanabilseydik yemin ediyorum Atıl Kutoğlu'ndan daha çok ses getirirdik. Ama bu seferlik podyumları başkalarına bırakma mütevaziliğini uygun gördük.
Ben acılar içerisinde o butik benim, şu mağaza senin gezerken Haute Couture'ı da acılar deneyimlemiş bir moda dünyası kurbanıyım. Elimi neye atsam ülkenin kişi başı Gayrı Safi Milli Hasılasından yüksek fiyatları duyunca, elimi titreyerek geri çekmiş ama kalbi çalınmış bir kadınım. Nihayetinde bir gece giyeceğim bir elbise... Çünkü iyi tasarım bir kıyafet akıllarda kalır. Ve hakkı sadece bir kez giyip, evladiyelik olarak sandıka koymaktan geçer. Dolayısıyla elbise arama sırasında hep bu altın kuraldan hareketle değerlendirdik seçeneklerimizi...

Vallahi ben ilkokuldaki ilk platonik aşkımda bile elbise ararken ki kadar acı çekmemiştim. Ama işte her güzel şey acı verir. Neydi o vıcık ata sözü. " Gülü seven dikenine katlanır"... Sevme o zaman, denyo musun! Yok illa seveceğim ve kanayacağım. Aynen işte... İlla da hot kütür olacak illa da benim olacak, tek olacak. Dolayısıyla Pembe Puantiyem salına salına hoppidi hoppidi evlendiği sırada ben çevremdeki kadınları tarayıp pişti olma korkusu yaşamayacağım. Tüm uğraşları boşa çıkarıp pişti olduğunuzu düşünsenize! Dostunuz evleniyor siz ise tuvalette gecenizi mahveden kadının başını klozete sokup, elbisesini parçalamakla meşgulsunuz. Üstüne üstlük işinizi hallettikten sonra hiçbir şey yokmuş gibi saçınız, makyajınız bozulmadan ortalıkta salınacaksınız. Zor mesele!  Dolayısıyla ne olursa olsun bir hot kütürüm olacak deyip bir o butik bir bu  butik deyip koşturdum.Yıllık gece hayatı bütçemle yola çıktım. Butikleri gezdikçe yetmeyeceğini anlayıp üstüne bir de kozmetik bütçemi ekledim. Düşünün bir kadın içki, eğlence ve kozmetik bütçesini bir araya getiriyor.

Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim. En sonunda 20 yıl önce bizim köyden bir ev alacak  kadar parayla en şahanesinden bir Hot Kütür elbiseyi en sonunda aldım. Sağ elimle elbiseyi bana uzatan kasiyere, sol elimle parayı uzatırken  eriyorum zannettim. Evrenin düdük enerjisi sağ elimden bedenime doğru yol alırken, sol elim de gittikçe artan bir acı ve titreme başlamaz mı? Evet tıp dünyası beni ilham edinebilir. Sadece sağ kolu omuz ileri seviye parkinson hastası oldum o gün bugündür. Ne zaman bir butik önünden geçsem, bir moda dergisinde Hot Kütür yazısını görsem başlıyor. Öyle ki Feyşın Wik haftasında  bilmem neyin modacısının bilmem ne defilesini izlerken çok korktum. Sağ kolumun yine titremesi tutarsa...

Butikten çıktığımda sağ kolu titreyen ama sol elinde dünyanın en güzel elbisesini taşıyan bir kadın olarak yürürken acayip mutluydum. Pembe Puantiyenin yüzündeki gülümseme herşeye değecekti. Gelin olarak o gecenin en güzel kızı o olacaktı sonra da ben! Kikiki... İtalyan pronetti, bronetti, pavarotti adlı mağazanın sahibi hem ne demişti:
- Hanımefendi biz dünyanın bir çok ülkesinde mağazası olan ve her kıyafetini bir tane olacak şekilde tasarlayan bir markayız. Üzerinizdeki elbise ile şahane oldunuz.
Bu cümleyi söylerken parmağındaki evlatlığım Pipim'in boku kadar pırlanta yüzüğü dikkatimi çekmedi değil! Tek'miş miş miş... Vallahi güzel iş. Kadınlar elbiseleri denesin. Şişkosu, çirozu, tepsi memelisi, koca popolusu, ben herkese "Üzerinizdeki tek, siz de şahanesiniz!" diyeyim, o arada 28 dişimi (32 değil çünkü 4 tanesini ortaokulda çektirmiştim.) göstererek sırıtayım. Üstüne oğlum Pipi'mi bana her dakika hatırlatacak pırlanta yüzüğüme sahip olayım. Yemin ediyorum kadından iyi yaparım bu işi. Üstüne üstlük karşımdaki kendine aynada bakarken, gözlerim hafif dolu " Bu kadar güzel durduğuna inanamıyorum. Gözlerim kamaştı!" deyip, başımı hafifçe yana eğip derin derin bakada bilirim. Sonuçta daha da inandırıcı olur. Ama yok  kadere bak! Aynanın karşısındaki benim, üstüne parayı ödeyen de benim.

"Her güzel şeyin bedeli vardır!" diye bir söz var hani. Acayip kılım ben o cümleye.
 "Yok bir de bedeli olmasaydı. Beleşçiye bak! Tabii ki olacak. Kapitalizmin sonucu ee be cahil!" diyesim  geliyor. Tek olan ve benim olan elbisemin bedeli yıllık gece hayatı ve kozmetik bütçem olabilir, üstüne üstlük sağ kolu parkinson hastası olmama da sebep olabilir... Ama bir koşu Pembe Puantiyem'e kıyafetimi gösterdiğimde attığı çığlık tüm elbise tutarını sıfırladı. Bir mutlu oldum ki anlatamam. Giydim elbisemi, minnacık oturma odamın ortasında bir sağa bir sola dönüyorum. Yaklaşık bir saat üzerimde kıyafetimle evde dolaşınca boyunun uzun olduğunu fark etmez miyim? Hoppaaa hani şahane olmuştum. Neyse detaylara takılmayayım deyip tekrar mağazanın yolunu tuttum iki üç gün sonra. Mağazaya adımımı atar atmaz ne göreyim. Allah'ım bir türk filmi kahramanı olsaydım rol gereği kör olsaydım da o anı yaşamasaydım. Daha iki gün önce pırlantasını göstere göstere beni gaza getiren kadını yolasım geldi. Elbisemin, benim biriciğimin ikizi askıda duruyor. Hani tekti hani benimdi.  Maydanoz Kız olarak beni yanlış tanımanızı istemem dolayısıyla o andan sonrasını anlatmayacağım. Fakat şunu bilin mağazanın sahibi yalancı kadın Bülent Ersoy ablam kadar olamadı. " Seni kıracağıma pırlantamı kırarım ayol!" demedi. Ablam, Bülent'im, canım...

Sonuç mu? Ben Hot Kütür elbisemi Pembe Puantiyemin düğününde giydim ama tek olarak...Bu arada annemi aradım. Beni istemeye geldiklerinde "Hem alkolü, hem erkek ayağı  hem de sağ kolunda ileri seviye parkinsonu var." demeyi unutma dedim!

P.S. Parkinson hastaları da insandır. Hem Love& Drugs da parkinsonlu kız cillop gibi çocuğu kaptı mı kapmadı mı! Allah bütün parkinsonlu kadınlara böyle kader yazsın!

22 Şubat 2011 Salı

A...B...C...TÜM ŞIKLAR SENDİN...


Aşk nedir diye sordum içime. Evrende kimsenin bilemeyeceği bir tanım bulmak istedim. Dünyada var olan bütün dillere ait her kelimeyi içinde barındıracak ve asla noktalanmayacak bir cümle...

Ben bir kelime seçmek istedim senin için. Ama bulamadım. Sonra aniden saçma sapan bir ortamda hem de alakasız bir iş yaparken aklıma seni tanımlayacak en güzel kelime geldi: Silgi!
Evet sen eşittir ben falan değildin. Sen eşittir SİLGİ'ydin. Bana geldiğinde tüm geçmişimi silendin. Tüm korkularımı, tüm yalnızlıklarımı, tüm hırslarımı ve kötü yanlarımı. Bu yüzden seninle buluştuğumuz an sana bir silgi hediye etmek istedim. Hani şu ilkokuldayken okulun karşısındaki bakkal ile kırtasiye karışımı, ne sattığı belli olmayan Tomris Teyze'nin dükkanında satılanlardan...

Hatasının üzerini kalemle çizip, "Gözümün önünde dursun bir daha yapmam böylece!" diyenlerden hiç olmadım. Günahlarıyla, sevaplarıyla hep en baştan başlayanlardandım. Beni üzen, kızdıran, tüketen herşeyi silip, balık hafızamdan iyice kazıdıktan sonra herşeyi unutanlardandım. Sırf bu yüzden aynı hataları onlarca kez yapıp hiç uslanmayanlardan oldum. Bu yüzden dizlerimde yara izleri çok, aşkın ilk zamanlarında biraz ürkek dururum! Ama sen... Benim mis kokulu silgim! Üzerinde Arı Maya resmi olan açık yeşil silgim...

Yolumun üzerindeki ilk kırtasiyeye girip aldığım silgiyi, sana hediye etmek için evine geldim. Kapıyı açmakta ki gecikmene anlam vermek zordu. Saçının dağınıklığı, eve beni almak istemeyişin, saçma sapan cümlelerle kapının önünde beni dikmen... Bazen bir şeyleri anlamak için yanlış zamanlarda doğru yerlerde olabiliyordu insan. Bazen hiçbir şey görmeden, konuşmadan herşeyi anlayabiliyordu. Neden hep o anlarda insan sadece yok olmaya odaklanıyordu. Seni öylece çaresiz ve silik gördüğüm an yıkıldım. İçerideki manzaranın canı cehennemeydi. Sen yapacağını yapmıştım. Bana balondan bir dünya yaratıp, bir hamleyle iğneyi batırmıştın. İçim senle doluydu kapının önüne gelene dek. Şimdiyse içimde an geçtikçe fıssssss diye çıkıveren havadan başka birşey değildin. Ve ben sadece donmak ve yok olmak istiyordum. Buzulların içinde öylece tam hareket halinde donan bir kedi gibi ya da ayaklarını yere iki kez vurunca anında yok olan Tatlı Cadı Samantha gibi...
Dondum, yok oldum, fısss'ladım...

En mükemmel dediğimiz, gözümüzde ilahlaştırdığımız insanlar da hata yapabiliyor anladım! Halbuki sana kadar ve senden sonra diye ikiye ayrılmıştı testlerdeki yanılgı düzeyim. Sen benim için yanlışlarımı doğruya çeviren adamdın. Bu yüzden tüm şıklarımda seni işaretliyordum. Hayat oyununda açık uçlu sorular dahil tüm şıklar sendin. A.. B...C... Hepsi sendin. Ama D şıkkını unutmuşum şimdi fark ediyorum.
"Senin hayatında sildiğin onca hatayı kendisi yaparsa yine de sever misin?" sorusunda D şıkkı:
 "O zaman mükkemmelim olmaktan çıkar ki!" idi.
Tam işaretleyecekken gözüm E şıkkına takıldı. "Hiçbiri!" yazıyordu.


Hiçbiri... Ne "sana körkütük her koşulda aşık kalacağım, ne aşkınla senin hatalarını da silebileceğim, sensizliği asla düşünemeyeceğim"  cevapları yetiyordu şimdi bana... Sadece "Hiçbiri"... Hiç'likten doğan ve artık biri diyebileceğim kimseyi istemeyen bir "Hiçbiri". Senin yaptığın hatayla artık mükemmelim bile olmayacağın gerçeği yetmiyordu.

Silgim cebimde kalmıştı. Ben geçmişsiz, hatasız, mutsuz, ansız yani hiçbirşeysiz olarak dönüp arkama gittiğimde  zihnimde ve kalbimde tek bir kıpırdama yoktu. Silinmiş ve defterde hafif izi kalmış bir hataydın artık. Ve ne kadar istesem de geçmişte ne yazdığımı bir daha asla balık hafızamla okuyamacaktım. Çünkü ben dedim ya " Beni üzen, kızdıran, tüketen herşeyi silip, sonra balık hafızamdan iyice kazındıktan sonra herşeyi unutanlardandım. "

18 Şubat 2011 Cuma

Hayaller ve Gerçekler

Uzun süredir yoğunluktan ve Hogatha'nın bana kakaladığı iş yüklerinden kafamı kaldıramadım. Sanırım siber ortam casusları peşimde! Deşifre olmuş olabilirim. Yazımın ertesi günü masamın üzerinde kocaman kocaman duran ve ben baktıkça artıyormuş hissine kapıldığım 5 kırmızı klasör içerisinde delicesine kontrol edilmeyi bekleyen onlarca rapor duruyordu. Üstüne üstlük mailbox'um tıpkı gazdan şişmiş göbek gibi acayip "yapılması gerekenler" "acil!" "çabuk!" başlıklı maillerle doluydu. Ama hepsini bitirdim en sonunda. Bir ara klasörlerin kırmızısı ile ekrana bakmaktan gözlerimden akan kanlar biribirine karıştı gibi geldi. Hainler! Ama iş hayatında ki hızlı yükselişimin önüne kimse geçemeyecek. Gençlik hayallerim en sonunda hayallerime ulaşacağım...

Bütün okul hayatım boyunca hep iş hayatımın hayalini kurdum. Sıkıcı ders saatlerinde "Kendimi çok kötü hissediyorum örtmenin!" ayağı ile hemencecik revire koşup, beyaz saçlı kız kurusu hemşiremize de başım çok ağrıyor derdim. İlaç vermek istemeyen hemşiremizin numarası hep aynıydı. Geç içerde yat geçer! Sanki okuldaki öğrenciler ile hemşire arasında inceden bir anlaşma vardı. öğrenciler uyumak ister, dersten kaçar ona gelir o da ortaklık ederdi. Neyse ben hep aynı numarayla revirdeki yatağa yatıp, hayaller kurardım. Bu saçma sabah uyan, okula git, ders çalış düzeninden kurtulup ne zaman özgür yaşantıma kucak açacaktım.
Genç kızların saçma bir hayal dünyası oluyor. Okul bitince beyaz atlı prensin sizi bulacağını, kolayca Rock Star, Pop Star, Plaza Star ne bileyim işte bir şeyciğin STAR'ı olacağını zannediyor insan. Sonra para gani, eğlence sabahlara kadar falan...

Herşeyin asıl okul bitince başladığını, fahişe kılıklı ve ruhlu birçok insanla iş hayatında boğuşman gerektiğini, aşkın ucuzladığını, insanların yüzsüzlüğünü, ay sonu derdini ve daha hayal dünyasında göz ardı edilen birçok kötü ayrıntıyı insan görünce hayaller de yaz sıcağında yere düşüp eriyen dondurmaya dönüşüyor. Mesela hep kendi başıma yaşamanın hayalini kuran ben, bür güne bir gün hayallerimde  kira, fatura gibi detayları düşünmeden boğazın kıyısında konumlanmışımdır kendimi. Temizlik, tadilat, düzen, tertip gibi etaylar hak getire! Ama işte hayaller gerçeğe dönünce ve ben tek başıma yaşayınca hayalimdeki evim resmen kanalizasyon çukuruna dönüşüyor. Temizliksizten kokuyor, her tarafta birikmiş faturalar, bitmek bilmeyen tadilatlar... Hala eksik olan ve hayatım boyunca asla tamamlayamayacağım ev malzemeleri... Hayalimdeki beyaz atlı prensi anlatmaya hiç girişmeyeceğim. Ama sanırım dünya üzerinde hayalinde beyaz atlı prensle karşılaşma yada evlilik serenomisini düşleyen hiçbir genç kız, o büyülü anlardan birinde prensin gaz çıkaracağını, öksürük tıksıracağını, geğireceğini yada tuvaletinin geleceğini falan düşünmemiştir. ( Eğer varsa lütfen benimle irtibata geççsin! Zat-ı şahaneyi tanımak isterim.)

Dolayısıyla hayaller gerçeklikten uzaktır. Ama belkide sırf bu yüzden kolay ve insanı mutlu eder. Çünkü güne uyandığımız andan uykuya daldığımız ana kadar  bizi yoran o kadar çok şey var ki! Korna sesler, Hogatha kılıklı yöneticilerin sesleri, yanıbaşınızdaki kişinin son ses kulaklıktan güya dinlediği metal müziğin sesi, arabalar, vapurlar, insanlar, telefonlar, kağıtların hışırtısı, asansörün mekanik sesi, öksürük, hapşırık... Parasızlık, paralı olmak, ihanet, entrika, uzaktan kesişme, alışveriş...

Siz ne olursa olsun yine de hayallerinizden vazgeçmeyin. Ne kadar ayrıntısız ve gerçekten uzak olursa olsun,  yaşamınızda ruhunuzu besleyen en önemli ve özel anların başında geldiğini asla unutmayın!



P.S: Pis casus... Hain ve çıyan casus. Beni Hogatha'ya her kim şikayet ettiyse Allah onu da dişsiz ve çilli yapsın. Bugün artık yorgun Maydanoz Kız olarak Cuma modumu belirledim. "Ben minik bir kızım. Hadi bir omuz verin sarılayım!" modu en iyisi... Evet en iyisi içmek sabaha kadar ve sonra en sevdiğin arkadaşına sarılırken kusmak ve uyumak!

6 Şubat 2011 Pazar

İÇİMDEKİ MEY'HANE!

Gündüzden içmeye başlayınca kırmızı bir halka gözbebeklerimi çevreleyip yüzümde yerini buluyor. Kafam içmekten mi senden mi böyle güzel bilemiyorum. Ama ayılmak da istemiyorum. İçimde öyle büyük bir mey'hane var ki! Envai çeşit içki bulabilirsin. Mesela ben scotch kadar sert, pembe şarap kadar yumuşak olabilirim. Bir bira kadar fazla içersen gaz da yapabilirim...

İçimdeki mey'hane de sarhoş küçük kadıncıklar var. Kimisi mutluluktan, kimisi mutsuzluktan, kimisi hovardalıktan öyle vurur kendini alkol denizine... Sonra tek başına bir zamanlar birlikte eğlendiğim sonrasında sıkılıp attığım, unutmak için içip sonunda unutabildiğim onlarca  mutsuz  erkek de mey'hanemin müdavimleridir. Ben ne yapayım senin eskimiş ex'lerini dersen hiç sorun değil, senin seveceğin zararsız eş dost da mevcut...Bir masada tıkış tıkış oturup, yavaşça demlenirler her daim. Şarkılara eşlik ederken eller yanındakinin omzuna dokunurlar, anlamlı bir bakışla tüm duygular anlatılır ve olan olmayan herkesin şerefine bir yudum alırlar. Sırf bu yüzden severim onları. Omzumdaki sıcaklık asla soğumaz, öyle bir güven verir ki içim de ısınır...


İçim çok kalabalık anlayacağın... Ama sen bu mey'hanenin assolistisin. An gelir beni meşkle şevklendirir, an gelir beni hüzünden öldürensin. Ama aslolan sensin, gerisi teferruat! Bilirim içimdeki mey'hanenin kapısı bir tek sana açık. Gerisi "kapalı" levhasını astığım andan itibaren bir adım bile atamaz içeri...

İçimden tek kelime etmek gelmiyor anlayacağın. Seninle kafam öyle güzel, içim öyle dolu ki dolup dolup taşıyorum! Dünya güzel, sen güzel, şarkıların güzel... İçim acayip bir neşeyle dolu sanki her an mutluluktan boğulacağım. İnsan mutluluktan boğulur mu deme! Seni düşündükçe nefesim kesiliyor, mutluluk hormonlarım mey'hanemin ortasında delice dans ediyor. İçim kıpır kıpır oluyor. O an nefes almıyorum. Sana odaklanıyorum. Ciğerlerimin isyan ettiği ana kadar o kısacık an, ben ciğerlerime oksijen yerine seni çekiyorum. İnsan mutluluktan ölür mü? Ünlü şairin dediği gibi :
"Şimdi ölsem, mutlu kalırım sonsuza dek!"




P.S. Bu yazı evrene salınmış havalı bir öpücük gibi... Gidip hangi varlığın yanağına masumca konacağını bilen türden...

4 Şubat 2011 Cuma

Kırmızı Başlıklı Küçük Maydanoz Kız ve Hogatha'nın Karşılaşma Anı!

Şu insanoğlu garip bir yaratık... Antik çağdan günümüze çözülemeyen en derin meseledir "İnsan!". Ne Descartes'ı ne de son dönem ünlü Türk düşünürümüz Aysun Kayacı şöyle herkesin tamamdır bu işte diyebileceği bir yaklaşım getirebildi. Demokrasi'nin temelleri, insan doğası, düşünce yapısı, hakikat, gerçek, öz, haz, arzu...  İnsan,  "insan " olmanın ne demek olduğunu düşündükçe boğulu veriyor kendi içinde...

"İnsan"ın iyi ve kötü halini düşününce aklıma hemen yöneticim Hogatha geliyor. Şirine dünyamda kötü büyüleriyle ve "buuhhahahaaa" şeklinde kahkahasıyla bana neden var olduğumu, bu dünyada ki misyonumun ne olduğunu her gün sorgulatıyor. O zaman işte Aysun Kayacı'nın çoban felsefesi geliyor aklıma.
"Amannn başlarım kariyerine... Çoban olayım oyum da eşit olmayı versin! Ne saçma sistem anasını satayım" diyorum.

Hogatha ilginç bir karakter. Bir kere hep siyah giyer. Kıyafetleri 1800'lü yıllardan kalmadır ve mutlaka her kıyafetinde bir yemek lekesi vardır. Saçları kırmızıdır.  Günde iki paket sigara içer ve her sigara içişinden sonra mutlaka parfümünü bir kez sıkar. Bu yüzden acayip ekşimtrak bir kokuya sahiptir. Eğer yanına yaklaştıysanız "Turşucu dükkanı, kıraathane, tuhafiye , ofis Allah'ım ben neredeyim?" diye koku duyularınız kendini evrende kaybolmuş hissedebilir.  Gargamel'in tıpatıp aynısı üçüncü kocası ile birlikte mutlu mesut birbirlerini yiyerek yaşarlar. Kavgaları, seks yaşamları, aşkları, meşkleri derken her güne farklı bir modla başlarız.

Hogatha insan olarak özünde iyidir aslında. Ama böyle düşününce "Katiller de özünde iyi insanlar!" diye karşı bir sav geliştiriyor içimdeki  şirine... Hogatha üzerinden genel olarak "yöneticilik" pozisyonunun insan üzerindeki etkileri ve bir yönetici de olması gereken karakteristik özellikleri irdeleyeyim dedim. Kendime bir kadeh şarap koydum. Duygusal bağım olan kanepeme kaykılarak oturdum.

Kırmızı Başlıklı küçük, zibidi Maydanoz annesinin sözünü dinlemeyince her küçük çocuğun başına geldiği gibi sokaklara düşer. Tinercisidir, hırlısıdır, hırsızdır derken hopp güvenli bir yer buldum diye Beyoğ'lu'nun izbe sokaklarından birinde tarihi bir apartmana girer. En üst kata çıkar ve açık kapıdan içeri girer. Akılsız Kırmızı Başlıklı Kız orada Hogatha'yla karşılaşır. O dönem popüler kültürle arası iyi olan, her çocuk gibi  günün yarısını televizyon izleyerek geçirdiği için Şirinler'i de çok sever. Daha o zamanlar Şirinler'in siyasal sistem üzerinden kurgulanmış bir çizgi film olduğunu bilmez.
Hogatha yumuşacık bir ses tonuyla:
-Ah sen ne şeker bir kız çocuğusun! der.
Kırmızı Başlıklı Kız o eve gelene kadar neler çekmiştir. Hemencecik rahatlar, gevşer. Biraz önce ikram edilen şekeri yalamaya başlar. Yumuşak ses tonuyla:
-Benim adım Hogatha ya senin küçük kız çocuğu? diye sorar.
Bizim küçük kız hemen yalamayı bırakır:
-Ben de Kırmızı Başlıklı Maydanoz Kız, der.
Hogatha "buuhhahahhaa" şeklinde gülerken ağzı açılır ve dileri bir anda ortaya çıkar.
Küçük kız merakla sorar:
-Aaaa ağzınızın içi ne pis. Dişleriniz de sapsarı neden?
Bir anda kahkahası donuk bir sessizliğe dönüşür. Hogatha'nın gözlerinden öfke çıkarken sakinliğini korumaya çalışarak:
-Dünyayı kurtarmak için çok çalıştığımdan dişlerimi fırçalayamıyorum. Sen ve senin gibilere daha bir dünya yaratmak için küçük kız anlasana! der.
Küçük kız bu açıklamayı yutmasa da yutmuş numarası yapar. Şekerini yalamaya devam eder. O arada Hogatha odanın içinde dolanmaya başlar. Ses tonu çatallaşırken "Gözlüklerim nerede?" diye söylenir. Küçük kız gözlükleri görünce acayip şaşırır:
- Aaaa gözlükleriniz ne kalın öyle! Resmen körsünüz, der.
Patavatsız Küçük Kırmızı Başlıklı Kız dayağı hak eder aslında ama Hogatha gülümseyerek:
- Yavrucum sen raporlar yaz, ben hatalarını bir çırpıda göreyim diye bu kadar kalın gözlüklerim var, der.
Bir anda Hogatha'nın gözleri Küçük Kız'ın ellerine takılır. Hemen yanına gelir. Ellerine bakar ve elindeki şekeri işaret edip:
"Dolapta pekmez, yala yala bitmez!"  Buahhhhaaa diye gülmeye başlar.  Bu iğrenç espri anlayışı içerisinde Kırmızı Başlıklı Küçük Kız'ın tüm iştahı kaçar.
- Neden bu kadar iğrenç bir espri yeteneğiniz var diye sorar.
Hogatha bu sefer gerçekten sinirlenmiştir. Eliyle Küçük Kız'ın kolunu kavradığı gibi havaya kaldırır. Kızın ayakları yerden kesilmiştir:
-  Ben her şeye sinirlenebilirim, hiçbir şeyden memnun olmam Küçük  Beyinli Kız! Çünkü ben mükemmelim. Ve sen beni sinirlendirdiğinde tıpkı şu an gibi, geçmiş zaman da bana yapılan ve içimde kalmış tüm kötülükleri sana yaparım. Sonrasında her şey durulunca, ince espri yeteneğimle ortamı yumuşatmak için espri yaparım diyerek tekrardan gülmeye başlar.
Dünyada "Bu...ahh..hahh" şeklinde gülen yegane insan olarak kahkahaları odayı çınlatırken, küçük dili evrene  kötülük gazı salınımı yapar...

İçim geçmiş kanepede. Pis cadaloz Hogatha! Tam feylozofik karakterimle düşünce alemine dalacağım. Derin düşüncelerde savrulup acayip havalı bir hipotez geliştireceğim. Kadın buna bile el atıyor. Eve giremese de rüyalarıma girip ofis dışı yaşantıma da tecavüz ediyor. Evet basitte mükemmellik ilkesinden hareketle "Yönetici olmak eşittir Tecavüzcü Çoşkun olmaktır!". Altında çalışanların tüm beyinlerine, ruhlarına tecavüz eder. Fikirlerine tecevüz eder. Özünü bozar sonra kendisininmiş gibi satar. Israrcıdır, yüzsüzdür, cadalozdur.
Ve bu yüzden ne kadar mükemmel olursa olsun hiçbir yönetici sevilmez...

Ne diyordum başta... İnsan... Bu dünyadaki en karmaşık varlık...