"Çok seviyorum çok!" diyor ağlamaklı gözlerle. İçim parçalanıyor "E be kızım ne işin var elin kaç yaşındaki adamıyla?" diye soramıyorum. Çünkü aşkın öyle kolay hissedilecek bir duygu olduğuna inananlardan değilim. Ama insan yine de sorgulamadan edemiyor. Elin katiline, hırsızına, sürekli şiddet gösterenine aşık olan kadın haklı oluyor da sırf yaş farkı var diye şimdi karşımda duran ve arafta kalmış arkadaşım mı suçlu!
Pedofili eğilimi olarak görmediğim bir durum aslında büyük adamla küçük kızın aşkı! Kadın gelmiş otuzuna adam gelmiş ellisine, görüntü garip gelse de önemli olan aşk diyorum. Ama yok daha ergenlik evresinden yeni çıkmış genç kızların koca koca adamlarla ilişki yaşamalarına dayanamıyorum. Bu kadarı fazla geliyor. Bu adamların benim için Kayseri'de 3 kız çocuğunu öldüren pedofil manyaklardan bir farkı yok. Ergenlikten çıkmış bir genç kızın, barda içip dağıtacakken ağır bir yanık mum kokusu altında restoranlarda gezip, yaşından büyük davranmaya çalışmasına anlam veremiyorum. İçim bu düşünceleri kaldırmayacak kadar bulanıyor. Böyle anlarda içimdeki Muhafazakar Odun Kafa Maydanoz için için konuşuyor ki susturana aşk olsun!
- Kızım bu herifte iş kalmamıştır. Pfizer, Viagra'yı sırf bu adamların küçük kızlara olan aşkının hayat bulması için geliştirdi. Ayrıca adam son demlerini torunu yaşındaki kızcıklarla geçirip, gününü gün ediyordur.
İçim bu laflarla şişerken, elime mahallemdeki bakkalın bahar mevsimiyle ortaya çıkardığı kebap şişlerinden alıp bu adamları şişlemek ve bu meseleyi kökünden çözmek geliyor.
Sonra susuyorum. ya sabır çekerken Sufi Maydanoz devreye giriyor.
- Sen şimdi sessizliğin tadını çıkar! Kolay değil öyle Büyük Adam Küçük Kız aşkında aktör olmak. İçinde ne yangınlar vardır. Ne kayıplar, ne korkular, ne yalanlar gizliyordur.
Bunlar bir yanda dursun yine de kaldırmak zor! Büyük Adam Küçük Kız aşkında yeni ergen kızlarla çıkan adamlar var. Ama bir diğer tarafta orta yaşlarına doğru gelmiş otuzlarına doğru yol alırken Büyük Adamlarla aşk yaşayan Küçük Kadınlar var ki... Daha farklı, göz göre göre... İsteyerek ve bilinçli bir şekilde tercih ederek... Hepsinin bir "..ama"sı var. Kimisi aşk kırgını, kimisi boşluk, kimisi ilk görüşte tutulma... Ciddi bir ilişki yaşayıp herkesin yaptığı gibi evlenip ortalama normlarda bir hayat kurmak varken sırf ama'larla başka bir yolda ilerleyen küçük kadınlar...
Büyük adam Küçük Kızı yargılıyorum. Yargılamaya da devam edeceğim hem de sonuna kadar! Ama Büyük Adam Küçük Kadın da karşıdan karşıya geçecekken aniden kırmızı ışık yanınca duranlar gibiyim. Donup kalıyorum. İçim sızlıyor. Yargılamak benim neyime derken arada ipin ucunu kaçırabiliyorum. Evet! Çünkü dışarıdan ipin ucunu kaçırtacak kadar çirkin bir görüntü olduğunu düşünen milyonlarca sap beyin olduğunu biliyorum. Bazen bende buruş buruş bir elin tazecik bir tene dokunurken aldığı hazzı düşünüp, kendimi bu düşüncenin altında ezip kahretmiyor değilim.
Aşk bir seçim ve siz aşık olduğunuzda O'nun dışındaki bütün olasılıkları red etmeyi kabul ediyorsunuz. Büyük aşkların imkansızlık ve acıyla harmanlandığını öğrenecek kadar büyüdüm de... İnsan koskoca bür dünya da hiç hissetmeyeceği duyguları hissederken, aşık olduğu adamın noksanlarını ve ofsayt yönlerini çok da görmek istemiyor. Gerçek olanın sadece kendi gözünden gördükleriyle sınırlanmasını ve bunun böylece kalmasını istiyor. Bu yüzden karşımda durup "Çok aşığım... Ben kundakta bebeyken adam sokaklarda delikanlılık çağının getirdiği hovardalık duygusuyla geziyordu." deyince sesim çıkmıyor. Ben dünyaya iki gözüm ve koca bir kalbimle bakıyorum. Arkadaşımın kalp penceresi benimkinden genişken, gözleriyle gördüklerinin benimkinden daha dar olduğunu biliyorum. Ve bu gerçeği de yine sadece benim gerçeğim olarak kabul ediyorum.
Eğer hepimiz aynı genişlikten dünyayı görebilseydik, güzel bir manzaraya baktığımızda hepimizin ilk aynı çiçeğe takılsaydı gözleri o zaman birbirimizin benzeri yaşantılarla çok renksiz bir dünya yaratmış olmaz mıydık?
Büyük Adam Küçük Kadın aşkında hiç mutlu sona şahit olmadım. Çünkü mutluluğun içinde asla noksanlık kelimesi yer etmez! Noksanlıkların olduğu, arada iç çekişmelerinin ve yüzleşme anlarının olduğu bir durum bana hep dünyanın en muhteşem mimari eserlerınden biri olan Sagra Da Familia'nın yarım ve eksik kalışını hatırlatıyor. Sanırım Gaudi de 1882 yılında büyük adam olarak peşine düştüğü bu aşkta en değer verdiği eserini, bir tramvayın altında kalıp asla bitmeyecek bir sona mecbur bırakacağını bilemezdi. Bazilikanın bitmiş kısımlarıyla bile ihtişamından etkileniyorken, yarım kaldığını görmek insanı hüzünleştiriyor. Bu nedenle ne kadar derin, ne kadar büyük bir aşkı kalplerinde yaşasalar da Büyük Adamlar ve Küçük Kadınlar, Sagra Da Familia'nın kaderiyle benzer bir kaderi yaşamalarından ötürü hep yarım kalacaklar? Çünkü istediği kadar görkemli ve güzel bir aşk olsun, asla bitemeyecek bir eserin kayıp sahipleri onlar...
31 Mart 2011 Perşembe
28 Mart 2011 Pazartesi
İLK Buluşmanın Dayanılmaz Hafifliği!
Uzun süredir düşünce alemim de çok yer edinen bir konudur “ilk buluşma” hadisesi… İlk buluşmanın o midede kramplar yaratan, hafif sancılı heyecanı ile geçen zaman diliminde iki kişinin “sonra”sını belirlediği anlar… Kadın erkek ilişkileri hakkında en küçüğünden büyüğüne herkesin bir fikri olduğu kesin!
Mesela anaokulunda ilk buluşmayı, ilk bayram kutlamasında bir kenarda gözleri kapalı karşısındakini öpüp kaçmak olarak algılayan çocuklar dünyasından yetişkinler dünyasına çok da yol kat etmiş sayılmayız aslında! Sadece işler büyüdükçe karmaşıklaşıyor o kadar... İlk gece hüsranı, ilk gece de kalma, ilk gece de büyük aşk! Sen büyüdükçe dikkat et, o ilk buluşmalar gittikçe çeşitlenip, sonrası olmayan bir sürü anıya dönüşüyor.
İlk buluşmanın önemi öyle magazinsel bir yazıyla ele alınmayacak kadar zor bir konu! Ama malumunuz ben de Zor’u Seven Amazon Maydanoz olarak bu meseleye el atmadan edemedim. Ama baştan söyleyeyim biraz sonra sıraladığım kuralların hepsini uygulamak konusunda endişelerim var. Paranoya belirtileri, geleceğin cadısı görüntüleri, Afife Jale Ödülü alma hayali gibi farklı varyasyonlarda hedefleriniz yoksa sizi yansıtanları özümsemenizi, geri kalan noktaları da diğer mazlumlara bırakmanızı ri-ca ediyorum.
Çok heyecanlanarak buluşmaya gittiğim Bay Ukala ile acayip güzel bir yerde kasış bir yemek yiyemedikten sonra adamın ağzını şapırdattığını fark edince düştüğüm hayal kırıklığı hissi hala aklımda! Ha bir de gece kendiliğinden ilerlesin deyip, kokoreçci de ilk buluşmam var ki süperdi! Mesela bir zamanlar Bay Çok Okuyan diye bir tipitip vardı ki ben duygusal romantik olmasam da güllerde donatılmış bir re-romantik akşam yemeği yemiştik… Bayyyy!
Şehrin en lüks restoranında yemek yerken masanın altından eliyle bacağını okşayan yerden bitme cücenin arkadaşım üzerindeki psikolojik baskısı mı, ilk dakikadan gecenin ilerleyen saatlerine doğru acayip cümlelerle mesajlar vermeye çalışan Douglas Vakası mı? Kimi hangisini ele alalım…
Biz en iyisi gelin genel geçer noktalara bakalım…
Kural -1 Niyetin Ne!
Hadi gerçekçi olalım eğer adam “beyaz atlı prensin günümüz versiyonu beyaz yakalı karizma”ya yakınsa ilk buluşma biraz stresli bir hal alabiliyor.
Her kadın “Hah bu sefer olacak!” diye ilk buluşmaya kanalize olur ki YANLIŞ!” Beklentilerle gittiğiniz bir ilk buluşma iyi gitmezse hüsran büyük olabilir. Bu nedenle “niyet”inizi belirlerken içinizdeki iyi ev kızı Hatice karakterinin ağzını bantlayın!
Niyetin ne? Niyetin açık: İyi vakit geçirmek, hem de her zamankinden…
Niyetini minimize ettikçe rahatlayacaksın. Bir de Allah aşkına kuaförden çıkmış yeni gelin misali bayramlık kıyafetler, full-makyaj hallerinden kurtul! Özel bir davete, partiye gitmiyorsun dolayısıyla senin günlük akıştaki imajını yansıtsın kıyafetin. Elegant ve şık olma kavramlarını birleştir!*
Kural -2 Zeki Olduğunu Kendine Sakla!
Hep bir iddia çabası hep bir iddia çabası! Büyük laflar, abartılı hikayeler, kendini ispat çabalarına gerek yok. Kahkaha atarken ki ses düzeyine de dikkat! Ahhaaahhaa çok eğleniyorum mesajını vermek için şuh kahkaha atma lütfen!
Zeki bir kadın olarak zaten ilk buluşmayı adamla yapıyorsun. Şimdi eğer buluşma esnasında halinden memnunsan daha zeki ol yani kendin ol!
Kural -3 2 Tek Atmış Gibi Rahat Ol!
Sen en yakın arkadaşlarınla ettiğin muhabbet sırasında ne kadar rahatsan, O’nunla da o kadar rahat olmalısın. Ha kolaydı sanki Çok Bilmiş Maydanoz demeyin? Eğer rahat değilsen, kasıyorsan ve kasış bir ortamdaysan geceyi uzatma! Adamı da bir daha arama! Ha bir de o rahatlıkta bütün hayat hikayeni tek geceye sığdırma biraz gizem yaratmak iyidir!**
Kural -4 Gaza Gelme!
İlk buluşma da alkol miktarını iyi ayarlamak lazım! Rahatlayayım deyip içkiye abanınca adamın üstüne, arabasına kusma, saçmalama, alkolün etkisiyle adamı kafanda büyütüp sabah hüsrana uğrama olasılıkların yükselebilir. Ayrıca asla ilk gecenin gazına gelip, kısa hazlarla geceni bağırsak kurduna kemirtip tüketme!
Kural -5 Asla Asla … Deme!
“Asla hata yapmamalıyım, asla bunları yapmam!” deyip iddialı cümleler kurma. İlk buluşma da her şey olabilir. İddialı olma çabanla ilk geceyi batırabilirsin, sonrasını olmasını çok istediğin adam seni gözden çıkarabilir, asla yapmam dediğin her şey başına gelmiş olabilir. Önemi yok! ***
Eğer çok istiyorsan gerisi teferruattır bu nedenle asla asla … deme!
Sen bu genel geçer şeylere dikkat ederken adam öküz, yılışık, muhteşem, bön beyin, süper ego vb. çıkabilir. Keyfine bak! Unutma sen Muhteşem Aday’la yemek yerken milyonlarca adayın seni dışarıda bir yerlerde bekliyor olabilir…
P.S. “İlk buluşma da kadın nasıl olmalı!” diye sorunca aldığım cevap kaynaklar:
*“Ben ortalamanın dışında bir adamım bu nedenle bana sorma! Ama yine de elegant ve şık olsun, kendi olsun yeter” – Bay Çok Bilmiş
**“Gizemli olsun, feminen olsun, kasmasın beni yeter!” - Bay Sünger Bob
“ İki tarafta istiyorsa taktik yapacağım diye geceyi zehir etmesin yeter!” – Bay Azman
25 Mart 2011 Cuma
Sus ve Dinle!
I was lost him... Kaybettim onu... Sine denilen tam olarak neresi olduğunu bilmediğim yere gizledim. Bir daha olmayacağını bilerek ve bunu kabullenerek! Başka yolu yok çünkü... Çünkü bazı an gelir artık kelimeler anlamsızlaşır. Çünkü artık son noktadır.
İnsan bilerek bir sonda olduğunu, saat diliminde kaç dakika, kaç gün, kaç ay bekleyebilir? Soruların sualsiz kaldığı, bakışların ve belki de bir şarkının her şeyi anlattığı mutlak zamanlarda doğru anlar da vardır. Herkes konuşsun bırakın. Herkes hayat penceresinden bildiği kelimeleri sarf etsin. Hangi kelime O'nun söylediği kadar güçlü olabilir? Ya konuşmuyorsa... Ya hep susuyorsa... Ya hep siz konuştukça, anlattıkça:
"Yeter! Sus...Diyecek kelime bırakmadın artık!" diyemiyorsa...
Siz o an, işte o vakit susun. Bırakın! Bıraktığınız yerde ırmakların çağlayacağını, günlerin hızla akıp gideceğini, boş vermişlik duygusunun elbet bir gün kapınızı çalacağını bilin yeter. Çünkü ünlü şairinde dediği gibi "Git demek değildir aslolan, aslolan kal demektir. Yada diyebilmektir kalmayacağını bilsende!"
Bırak içindeki tüm duyguları, musluğu açtığında akıp giden suya..
Bırak tüm anlatmak istediklerini akıp giden zamana...
Nasıl olsa bu evrende söylenen bütün sözler sahip oldukları yeri bulacak...
O'nu kaybttiği için ağlayan bir kadının gözyaşları kadar asil ne olabilir? Ya da evrendeki hangi felsefe sen O'nu düşündüğünde midene giren garip sancıyı açıklayabilir? Hangi formül, hangi karmaşık matematik problemidir bu hayatta sana sual edilen...
Sen yine de aslolana bak.... Kimbilir bu gece senin varlığından bile habersiz kaç milyar insan, yine varlığından habersiz duyguların yokluğunda yatağında mışıl mışıl uyuyor... Sen sus... Umut yoksa da sus... Umut varsa da sus...Zamanın temiz ellerine bırak kendini. Çünkü sen de biliyorsun ki herşey unutulur. Tüm hatalar, sevaplar büyük sancılar, büyük aşklar da zamana yenilebilir. Sen de çok az insanın hissettiği duyguyu yaşayan şanslı insanlardan biri olarak bunu bil bu hayatta...
Çünkü aşk sonsuz sayı doğrusunda asla son noktası konmayacak bir çizgidirÇünkü sensindir bu çizgiyi yaratan, çizgide ki sayı aralıklarını belirleyen. Ama bilinmezi de hiçe sayma! Bilinmezlerdir aşkı doğuran. Bilinmezlerdir umudu yaratan. Bilinmezlerdir insanı derin kuyulara hapseden.
Şimdi kalk, suyun soğukluğunu yüzüne çarp ve sonrasında uyan!
Günaydın....
İnsan bilerek bir sonda olduğunu, saat diliminde kaç dakika, kaç gün, kaç ay bekleyebilir? Soruların sualsiz kaldığı, bakışların ve belki de bir şarkının her şeyi anlattığı mutlak zamanlarda doğru anlar da vardır. Herkes konuşsun bırakın. Herkes hayat penceresinden bildiği kelimeleri sarf etsin. Hangi kelime O'nun söylediği kadar güçlü olabilir? Ya konuşmuyorsa... Ya hep susuyorsa... Ya hep siz konuştukça, anlattıkça:
"Yeter! Sus...Diyecek kelime bırakmadın artık!" diyemiyorsa...
Siz o an, işte o vakit susun. Bırakın! Bıraktığınız yerde ırmakların çağlayacağını, günlerin hızla akıp gideceğini, boş vermişlik duygusunun elbet bir gün kapınızı çalacağını bilin yeter. Çünkü ünlü şairinde dediği gibi "Git demek değildir aslolan, aslolan kal demektir. Yada diyebilmektir kalmayacağını bilsende!"
Bırak içindeki tüm duyguları, musluğu açtığında akıp giden suya..
Bırak tüm anlatmak istediklerini akıp giden zamana...
Nasıl olsa bu evrende söylenen bütün sözler sahip oldukları yeri bulacak...
O'nu kaybttiği için ağlayan bir kadının gözyaşları kadar asil ne olabilir? Ya da evrendeki hangi felsefe sen O'nu düşündüğünde midene giren garip sancıyı açıklayabilir? Hangi formül, hangi karmaşık matematik problemidir bu hayatta sana sual edilen...
Sen yine de aslolana bak.... Kimbilir bu gece senin varlığından bile habersiz kaç milyar insan, yine varlığından habersiz duyguların yokluğunda yatağında mışıl mışıl uyuyor... Sen sus... Umut yoksa da sus... Umut varsa da sus...Zamanın temiz ellerine bırak kendini. Çünkü sen de biliyorsun ki herşey unutulur. Tüm hatalar, sevaplar büyük sancılar, büyük aşklar da zamana yenilebilir. Sen de çok az insanın hissettiği duyguyu yaşayan şanslı insanlardan biri olarak bunu bil bu hayatta...
Çünkü aşk sonsuz sayı doğrusunda asla son noktası konmayacak bir çizgidirÇünkü sensindir bu çizgiyi yaratan, çizgide ki sayı aralıklarını belirleyen. Ama bilinmezi de hiçe sayma! Bilinmezlerdir aşkı doğuran. Bilinmezlerdir umudu yaratan. Bilinmezlerdir insanı derin kuyulara hapseden.
Şimdi kalk, suyun soğukluğunu yüzüne çarp ve sonrasında uyan!
Günaydın....
21 Mart 2011 Pazartesi
Ünzile'nin Sessiz Çığlığı!
Uykumun en derin katmanındayken sokağı inleten çığlıkla uyanıyorum. Bir bebeğin sabaha karşı yağmur altında genç annesinin kucağında incecik pijamasıyla üşüüğünden mi korktuğundan mı ağladığını bilemeyecek kadar büyüdüm. Yatağımdan fırlayıp pencereden bakıyorum. Gencecik bir kadın... Arkasından onu küfürler savurarak kovalayan genç bir adam... Adam boxer'ıyla don paça hınç ve sinirle dolu bir şekilde kadını kovalıyor. Allah'ım bu görüntü İstanbul'un en medeni semtlerinden birinde gerçekleşemez! Pencereden dehşetle izlediğim bu sahne de donup kalıyorum.
Genç kadının adı Esra! Ya da Ünzile... Hani köyünde küçücük bir kız olarak yediği dayaklardan sesi kısılan, bu hayatın kaderi olduğuna inanan bu yüzden de köyündeki çitin yanına bile yaklaşamayan kadın... Kadının adı Esra! İstanbul'un göbeğinde yaşayan, bir umutla belki de büyük bir aşkla evlenen sonrasında dayak yememek için çıplak ayakla en fazla 1 yaşındaki bebeğini kucağına alıp, gittikçe küçülen bu kentin sokaklarına kendini bırakan kadın! Farkı var mı Ünzile ile Esra'nın, ya da onları sonunda aynı kadere yaşamaya mahkum eden ortak nokta ne? Tüylerim ürperirken polisi arıyorum. Lanet olsun diyorum kendi kendime. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Karşıdaki apartmandan biri bağırıyor:
"Napıyorsun bırak ulan adamı!" diye sesi çıktığı kadar bağırıyor.
Evlerin ışıkları kapalı, tüm sokak inlerken kimse pencereden kafasını uzatmazken bir kez daha "lanet olsun" diyorum içimden. Kadın bir köşeye saklanırken, bebeği kucağında neler düşünmüştür. Nereye gidecek şimdi, ne yapacak? Tüm bu sorular kafamda dönerken, içimdeki Katil Maydanoz uyanıyor. Öldürmek istiyorum boxerı ile karısını ve çocuğunu gecenin bir yarısında sokaklarda kovalayan o iğrenç adamı! Bu dünyada kadına el uzatan bütün elleri kesmek istiyorum. Zalim Eller Çorbası diye bir çorba yapıp köpeklerin önüne koymak istiyorum. Japonya'daki masum binlerce insanın yerine onların geçip, ölmelerini istiyorum. Çünkü aynı toplumda, aynı şehirde, aynı sokakta aynı havayı soluyarak onlarla yaşamak istemiyorum.
Hepimizin başına bir gün gelebilecek bir şiddet eğilimini düşünerek aşkla bir adama bağlanmak istemiyorum. Bu ülkede çoğunun üniversite mezunu adamlar olduğunu bildiğim şiddet eğilimli bir adama bağlanmaktan korkuyorum. İçimdeki Sosyolog Maydanoz "Daha çok işin var Maydanoz, hayıflanmanın vakti değil! Bu düzeni değiştirmek hepimizin elinde" diyen sesiyle irkiliyorum. Cinayet planları, eğitim planları, doğal afet planları hepsi o kadar yersiz ki! Milyonların içinde yine sessiz milyonların çığlığını sabaha karşı biraz önce polisin alıp götürdüğü adamla boşalan sokağa bakarken dinliyorum. Hayatımda hiç bu kadar sessiz, hiç bu kadar yaralayıcı bir çığlık duymadığımı düşünüyorum. Bir daha... Bir daha asla...Bir daha asla böyle bir çığlık duymak istemediğimi düşünürken, hayıflanmanın zamanı değil diyorum. Sabah ezanı sokağı çınlatırken, köpekler uğuldamaya başlıyor. İnsan görünümlü bütün evrimleşememiş insan görünümlü hayvanların iyileşmesini ve kadınların süper güçlere sahip olmasını diliyorum. Uzun süredir bu kadar anlamlı bir dilek dilememiş olduğumu, bu kadar içten bir dua etmediğimi fark ediyorum.
Yatağıma kıvrılırken bütün sessiz çığlıklara sahip Ünzile'leleri, farlı çehrelerle gözümün önünden geçiyor. Gözlerimden bir yaş süzülüyor. Onların yerine ben bağırmak istiyorum. Ama bağırsam da sokaktaki onlarca pencereden en iyi ihtimalle bu gece ki gibi bir, bilemediniz iki pencerenin ışığının yanacağını bilmek daha çok üzüyor beni! Keşke bu kadar duyarsız kalmasak... Keşke bu kadar sessiz kalmasak... Keşke bu kadar bencil olmasak...
Keşke'leri düşünürken gün aydınlanmaya başlıyor. Bir yerlerde hiç sabah olmadığını çünkü her zaman gece olduğunu düşünsem de yine de "Günaydın!" diyorum.
Günaydın... Gün sizin için daha aydınlık olsun!
Genç kadının adı Esra! Ya da Ünzile... Hani köyünde küçücük bir kız olarak yediği dayaklardan sesi kısılan, bu hayatın kaderi olduğuna inanan bu yüzden de köyündeki çitin yanına bile yaklaşamayan kadın... Kadının adı Esra! İstanbul'un göbeğinde yaşayan, bir umutla belki de büyük bir aşkla evlenen sonrasında dayak yememek için çıplak ayakla en fazla 1 yaşındaki bebeğini kucağına alıp, gittikçe küçülen bu kentin sokaklarına kendini bırakan kadın! Farkı var mı Ünzile ile Esra'nın, ya da onları sonunda aynı kadere yaşamaya mahkum eden ortak nokta ne? Tüylerim ürperirken polisi arıyorum. Lanet olsun diyorum kendi kendime. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Karşıdaki apartmandan biri bağırıyor:
"Napıyorsun bırak ulan adamı!" diye sesi çıktığı kadar bağırıyor.
Evlerin ışıkları kapalı, tüm sokak inlerken kimse pencereden kafasını uzatmazken bir kez daha "lanet olsun" diyorum içimden. Kadın bir köşeye saklanırken, bebeği kucağında neler düşünmüştür. Nereye gidecek şimdi, ne yapacak? Tüm bu sorular kafamda dönerken, içimdeki Katil Maydanoz uyanıyor. Öldürmek istiyorum boxerı ile karısını ve çocuğunu gecenin bir yarısında sokaklarda kovalayan o iğrenç adamı! Bu dünyada kadına el uzatan bütün elleri kesmek istiyorum. Zalim Eller Çorbası diye bir çorba yapıp köpeklerin önüne koymak istiyorum. Japonya'daki masum binlerce insanın yerine onların geçip, ölmelerini istiyorum. Çünkü aynı toplumda, aynı şehirde, aynı sokakta aynı havayı soluyarak onlarla yaşamak istemiyorum.
Hepimizin başına bir gün gelebilecek bir şiddet eğilimini düşünerek aşkla bir adama bağlanmak istemiyorum. Bu ülkede çoğunun üniversite mezunu adamlar olduğunu bildiğim şiddet eğilimli bir adama bağlanmaktan korkuyorum. İçimdeki Sosyolog Maydanoz "Daha çok işin var Maydanoz, hayıflanmanın vakti değil! Bu düzeni değiştirmek hepimizin elinde" diyen sesiyle irkiliyorum. Cinayet planları, eğitim planları, doğal afet planları hepsi o kadar yersiz ki! Milyonların içinde yine sessiz milyonların çığlığını sabaha karşı biraz önce polisin alıp götürdüğü adamla boşalan sokağa bakarken dinliyorum. Hayatımda hiç bu kadar sessiz, hiç bu kadar yaralayıcı bir çığlık duymadığımı düşünüyorum. Bir daha... Bir daha asla...Bir daha asla böyle bir çığlık duymak istemediğimi düşünürken, hayıflanmanın zamanı değil diyorum. Sabah ezanı sokağı çınlatırken, köpekler uğuldamaya başlıyor. İnsan görünümlü bütün evrimleşememiş insan görünümlü hayvanların iyileşmesini ve kadınların süper güçlere sahip olmasını diliyorum. Uzun süredir bu kadar anlamlı bir dilek dilememiş olduğumu, bu kadar içten bir dua etmediğimi fark ediyorum.
Yatağıma kıvrılırken bütün sessiz çığlıklara sahip Ünzile'leleri, farlı çehrelerle gözümün önünden geçiyor. Gözlerimden bir yaş süzülüyor. Onların yerine ben bağırmak istiyorum. Ama bağırsam da sokaktaki onlarca pencereden en iyi ihtimalle bu gece ki gibi bir, bilemediniz iki pencerenin ışığının yanacağını bilmek daha çok üzüyor beni! Keşke bu kadar duyarsız kalmasak... Keşke bu kadar sessiz kalmasak... Keşke bu kadar bencil olmasak...
Keşke'leri düşünürken gün aydınlanmaya başlıyor. Bir yerlerde hiç sabah olmadığını çünkü her zaman gece olduğunu düşünsem de yine de "Günaydın!" diyorum.
Günaydın... Gün sizin için daha aydınlık olsun!
13 Mart 2011 Pazar
Ben İkimizi Çok Sevdim!
Herşey çok karmaşık! Ortalıkta asla çözülmeyecek rengarenk bir düğüm... İçinde sarı, yeşil, beyaz, siyah her renkten ipin birbirine dolandığı bir düğüm. İçimde! Tam içimde... Nasıl böyle bir düğüm yarattık nasıl bu kadar karmaşıklaşabildik.
Hayatı hiç düz yolda ilerleyerek yaşayamadım. Bir kez olsun kolay olana teslim edemedim kendimi. Herşey ne kadar zorlaşırsa ben o kadar sevdim. Belki de bu yüzden çok sevdim ikimizi. İçimde bir düğüm.. Geç diyorum kızım kendi kendime Çözemezsin sen bu düğümü artık kimse çözemez. Sen de o da istesin delice düğümler atılmış öyle ki bir noktadan sonra zaman karmaşasında iyice de karışmış.
İçimde boğumlanan nefes boruma takılan bir düğüm üstüne üstlük. Bağırsam sesim çıkmaz öylesine susasım var. Ama işte içime içime konuşmanın da faydası yok diye attım kendimi şehrin en kalabalık barına. Kapıdan içeri girdim. Delicesine bir istekle bağırdım. Yüzlerce insanın ortasında sesimi duyupta başını çeviren olmadı.Bu yüzden çok sevdim ben bu şehri! İnsanı nasıl da kendiyle yüz üstü bırakan serseri bir şehir. Delice bağır kimse dönüp bakmıyor. Bu şehir insanı kasmıyor.
İçimden renksiz bir pazar gününde milyonlarca insanın parmağını elime monte etmek geçiyor. Milyonlarca parmağa sahip olsam içimdeki düğümü önüme koysam acaba çözebilir miyim? Televizyonda Fringe dizisini izlerken, bir başka eksende hayal ediyorum ikimizi. Bir başka eksen de ben ne böyle anlaşılması zor bir insanım. Ne de sen bu kadar sert, kaya gibi! Ortalama mutluluk arayan iki insan olarak karşılaşıyoruz. Öyle birbirimize muhtaç gibi bakıyoruz ki birbirimizi hiç bırakmama kararı alıyoruz. Bu dünyada herşey aramızda ne kadar karmaşıksa, diğer eksende o kadar düz ve basit! O düzlükte biz de düz insanlar olarak dümdüz okunacak yüzlerle basit bir aşk yaşıyoruz. Tek bir renge sahibiz o da mavi! Senin mavin, huzurun mavisi...
Ama yok! Fringe de ki karakterlerin yerine biz geçsek, bir başka eksende biz bir hayat kursak yine olmaz. Ben o düzlükte bile seni delirtip bana deli kızgın gözlerle bakmanı, bana deli aşık gözlerle bakmanı ve yine de bütün iradeni ortaya koyup hiçbir şey yapamayacak kadar seni çaresizleştirmeyi beceririm.
İçimdeki düğüm ve ikimizin düğümü de birbirine girdi. Sanırım bütün anlamlarım karıştı birbirine. Öyle ki hayat deyince suyu, mavi deyince seni, boş rakı kadehine bakınca içimdeki boşluğu görür oldum. Bininci kez aynı şarkıyı dinliyorum. Son defa son defa diye kazacağım. İçime asit döküp bu düğümü de eriteceğim. Elbet bu dünyada var olan şeyleri nasıl var ediyorsak, yok etmenin de bir yolu vardır...
Mahallenin bakkalından bir kilo asit istiyorum "tuz ruhu mu!" diye soruyor. Ne fark eder ki! Çırağın elinden hızlıca poşeti çekip "hesaba yaz!" deyip kapıyı kapatıyorum. Şansa bak! Şişenin rengi mavi... Ben bu ara ne zaman mavi görsem seni görür gibi oluyorum. Seni içime dökeceğim, içimizdeki biz düğümünü eriteceğim. Ama sen benim içimi parçalayan ve beni eriten olacaksın. Kadere bak!
Ne diyordum. Evet, sen ve mavi! Sen ve fiyatını bile sormadan aldığım bu mavi şişe... Sen ve beni eriten adam.. Asidi içime döküyorum. Gözlerimi kapatıp kendimi başka bir eksene atmak ve bir daha hiç bu gerçekliğe dönmek istemiyorum. Düğüm eriyecek, biz eriyeceğiz, ben yok olacağım, sen yok olacaksın. Ama şişe boş ve hala mavi kalacak. Ben bu hikayede ikimizi çok sevdim. Ama en çok sonundaki boş şişeyi sevdim...
Hayatı hiç düz yolda ilerleyerek yaşayamadım. Bir kez olsun kolay olana teslim edemedim kendimi. Herşey ne kadar zorlaşırsa ben o kadar sevdim. Belki de bu yüzden çok sevdim ikimizi. İçimde bir düğüm.. Geç diyorum kızım kendi kendime Çözemezsin sen bu düğümü artık kimse çözemez. Sen de o da istesin delice düğümler atılmış öyle ki bir noktadan sonra zaman karmaşasında iyice de karışmış.
İçimde boğumlanan nefes boruma takılan bir düğüm üstüne üstlük. Bağırsam sesim çıkmaz öylesine susasım var. Ama işte içime içime konuşmanın da faydası yok diye attım kendimi şehrin en kalabalık barına. Kapıdan içeri girdim. Delicesine bir istekle bağırdım. Yüzlerce insanın ortasında sesimi duyupta başını çeviren olmadı.Bu yüzden çok sevdim ben bu şehri! İnsanı nasıl da kendiyle yüz üstü bırakan serseri bir şehir. Delice bağır kimse dönüp bakmıyor. Bu şehir insanı kasmıyor.
İçimden renksiz bir pazar gününde milyonlarca insanın parmağını elime monte etmek geçiyor. Milyonlarca parmağa sahip olsam içimdeki düğümü önüme koysam acaba çözebilir miyim? Televizyonda Fringe dizisini izlerken, bir başka eksende hayal ediyorum ikimizi. Bir başka eksen de ben ne böyle anlaşılması zor bir insanım. Ne de sen bu kadar sert, kaya gibi! Ortalama mutluluk arayan iki insan olarak karşılaşıyoruz. Öyle birbirimize muhtaç gibi bakıyoruz ki birbirimizi hiç bırakmama kararı alıyoruz. Bu dünyada herşey aramızda ne kadar karmaşıksa, diğer eksende o kadar düz ve basit! O düzlükte biz de düz insanlar olarak dümdüz okunacak yüzlerle basit bir aşk yaşıyoruz. Tek bir renge sahibiz o da mavi! Senin mavin, huzurun mavisi...
Ama yok! Fringe de ki karakterlerin yerine biz geçsek, bir başka eksende biz bir hayat kursak yine olmaz. Ben o düzlükte bile seni delirtip bana deli kızgın gözlerle bakmanı, bana deli aşık gözlerle bakmanı ve yine de bütün iradeni ortaya koyup hiçbir şey yapamayacak kadar seni çaresizleştirmeyi beceririm.
İçimdeki düğüm ve ikimizin düğümü de birbirine girdi. Sanırım bütün anlamlarım karıştı birbirine. Öyle ki hayat deyince suyu, mavi deyince seni, boş rakı kadehine bakınca içimdeki boşluğu görür oldum. Bininci kez aynı şarkıyı dinliyorum. Son defa son defa diye kazacağım. İçime asit döküp bu düğümü de eriteceğim. Elbet bu dünyada var olan şeyleri nasıl var ediyorsak, yok etmenin de bir yolu vardır...
Mahallenin bakkalından bir kilo asit istiyorum "tuz ruhu mu!" diye soruyor. Ne fark eder ki! Çırağın elinden hızlıca poşeti çekip "hesaba yaz!" deyip kapıyı kapatıyorum. Şansa bak! Şişenin rengi mavi... Ben bu ara ne zaman mavi görsem seni görür gibi oluyorum. Seni içime dökeceğim, içimizdeki biz düğümünü eriteceğim. Ama sen benim içimi parçalayan ve beni eriten olacaksın. Kadere bak!
Ne diyordum. Evet, sen ve mavi! Sen ve fiyatını bile sormadan aldığım bu mavi şişe... Sen ve beni eriten adam.. Asidi içime döküyorum. Gözlerimi kapatıp kendimi başka bir eksene atmak ve bir daha hiç bu gerçekliğe dönmek istemiyorum. Düğüm eriyecek, biz eriyeceğiz, ben yok olacağım, sen yok olacaksın. Ama şişe boş ve hala mavi kalacak. Ben bu hikayede ikimizi çok sevdim. Ama en çok sonundaki boş şişeyi sevdim...
3 Mart 2011 Perşembe
Her Kadının Hayatında Bir Adet Bay Çok Bilmiş Olmalı!
Üniversite de ismi lazım değil Bay Prof. Dr. NotumÇokKıttırSalağıdaHiçSevmem'in dersiydi. Dünyada küreselleşmenin etkilerini dinlemekten hepimizin içi bayılmış... Sınıfta kimseden çıt yok, herkes ya uyukluyor ya hayaller dünyasında! Bir tane çıkıntı çiyan sürekli hocaya cevaplar veriyor. Yok efendim Marksist düzende etkileri şöylemiş, aa olur mu hocam ya kapitalizmin üzerindeki etkilere ne demeliymiş. Bir gece önce çok içmekten kafamı taşıyamaz haldeyken, sesiyle ayıldığımı hatırlıyorum. Bakıyorum bakıyorum yok tanımıyorum bu çocuğu. Üstüne üstlük NotumÇokKıttır sınıftaki performansından ötürü bu çiyana puan vermez mi? Ders bitince Bay Biryantin "Aa Maydanoz bak bu da arkadaşım Bay Çok Bilmiş. Hönçüştür Üniversitesinde okuyor ziyarete geldi beni!" demez mi... Bak çiyana... Bak ukalaya.. Bak çüş'lüye..
Evet O'nunla ilk tanışmam böyle oldu. O'ndan çok gıcık kaptım. Hatta öyle ki kantinde otururken okulun meşhur kedilerinin dışkılarıyla O'nu boğmak bile istemiş olabilirim ukalalığından ötürü...
Bay ÇokBilmiş hönçüştürü bitirip İstanbul'a yerleşene kadar sevmedim kendilerini. Kahvesine şeker yerine yanlışlıkla tuz koymasını, yolda yürürken ayağı takılıp çamura düşmesini, vapura koşarken vapuru kaçırmasını, sarhoş olup ukalalığını kusmasını çok istedim.
Evet sevmeyince kötü bir insan olduğum kesin! Ama hep absürd ve komik durumlara düşmesini istedim. İtiraf ediyorum ölmesini dileyecek kadar ondan nefret etmedim. İstanbul'a yerleşince, öğrencilik yıllarında sürekli içtiğimiz BeerPort günlerinde fikrim değişmeye başlamadı da değil! Saman altından süt yürüten bir dünün çocuğu olduğunu ve bu hayatta varsa yoksa işinin hiçdüşünülmeyenşeyleri düşünüp, hiçdikkatedilmeyenşeylere dikkat edip bu nedenle hiç kimsenin bilmeyi istemeye tenezzül etmediği şeyleri bilmek olduğunu anladım. Hayatta her insanın bir var olma nedeni var bu hayatta! Nasıl ki benimkisi herşeye Maydanoz olup, dil uzatmaksa Bay ÇokBilmiş'inde bilmediği konular hakkında bile biliyormuş gibi konuşmak olduğunu anladım.
Guinness Rekorlar Kitabı gibi Dünyada Garip İnsanlar kitabı adıyla bir kitap hazırlansa mutlaka içine konulması gereken bir insandır Bay ÇokBilmiş. Bir kere kadınları hem sever hem de gıcık olur. Halbuki ortalama erkek profiline bakıldığında; kadınları hem sever hem severdir. Ama yok O gıcık oldu mu olur. Gizli aşk maceralarını anlatmayı sevmez. Saman altından su yürütürken, özel bir görevle Muz adasına gidip kafasına dal yapıştırıp, yüzünü yeşil ve kahverengiye boyayan askerler gibidir. Yatarak yaptığı askerlik maceralarını A'dan Z'ye bilen yegane insan olarak hala hayatında ki bazı olaylarda gizli bir görev verilmiş asker edasında hareket etmesine anlam veremem. Sanırım içgüdüsel olarak yatarak ve askeri restoranda 6 ay boyunca mideye çalışarak bitirmiş olduğu askerliğin vicdani sorgulamasını yapıyor.
Her kadının hayatında bir adet Bay ÇokBilmiş olmalıdır. Neden mi? Sizi düşünmeye teşvik etmez. Kadınlar olarak çok gereksiz ayrıntılarda vakit harcamanız gerekmez. Sürekli düşünmeye ve birşeyleri bilmeye odaklandığından sizin öğrenmeniz gereken konular hakkında harcayacağınız vaktin sizde kalmasını sağlar. Evet mutlaka bir Bay ÇokBilmiş edinilmelidir! Hele ki sabır konusunda yüksek ihtisas yapma gayesindeyseniz hemen bir koşu mahallenin bakkalından bir adet edinmelisiniz. Bir örnekle anlatmak gerekirse bir dönem ülkemizin kadın ikonu Afrodit'in kişisel gelişim ve evrimleşme dönemlerini incelemeyi kafaya koymuştum. Öyle ki her gün sabah programlarında bu zat-ı şahaneyi anlamak için saatlerimi harcıyordum. Bu uzun ve derin bilimsel araştırmamda Bay ÇokBilmiş hemen duruma el atıp, büyük katkılar sağlamıştı. Ben de Afroditi anlamak için harcayacağım bilimsel vaktimi, "birey üzerinde gece yaşantısının etkisi"araştırmasına döndürüp İstanbul'da gece hayatını araştırmaya koyulmuştum.
Bay ÇokBilmiş'in en temel özelliği beni sinirlendirmeye çalışmasıdır. Fekat ne yazık ki bu noktada ki çabaları yaz günü siz uyumaya çalışırken başınızın üstünde vızıldayan bir kara sineğin sesi kadar etkili olmaktadır. Uykuya dalana kadar sinirlenir, sonrasında rüya alemine dalınca unuttuğunuz cinstendir.
Bay Çok Bilmiş'in nerede ne yapacağını kestiremezsiniz. Bir an gelir Closer filmindei Doktor Larry karakterine bürünür. İntikam ateşiyle neler yapacağını kestiremediğiniz bir adam olur.
Bir an gelir Simpsons'daki Bay Homer gibidir. Hatta söylemleri bile Bay Homer'e çok benzer. Ağzından tıpkı Ba Homer'in dediği gibi
"Evlat herkes aptaldır- ben hariç." yada E"ğer bu hayatta gerçekten bir şey istiyorsan onun için çabalamalısın. Şimdi sus sayısal loto çekiliyor." gibi cümleler duyabilirsiniz.
Duygusallaşma ve romantizim konusunda da ancak Bay Homer kadar iyidir. Ben Bayan Maydanoz olarak 2006 yılında karanlık üzerine yapmış olduğum bir araştırma da Bay ÇokBilmiş'e de "Karanlığı sever misin?" diye sorduğumda bana şöyle yanıt vermişti:
- Evet ben olmaya çalışan çakma araştırmacı kişilik. Çocukken elektrikler kesildiğinde babamın yanına koşardım. Kafamı yumuşak göbeğine gömerdim. İşte o karanlığı çok severim.
Bay ÇokBilmiş her şeyi becerebildiğini iddia eder. Bayanlar dikkat! Sizin de mahallenizin bakkalından edineceğiniz bir adet Bay ÇokBilmiş herşeyi bildiğini iddia edebilir. Ama sakın kanmayın. Bay ÇokBilmiş'in gerçekten iyisini bulmak için yapmanız gerekenler aşağıdaki gibidir:
1. Annenizin pazardan karpuz alırken yaptığı gibi kafasına vurup tok ses çıkarıp çıkarmadığına bakın. İçi dolu bir kafatası olması şart!
2. Bay ÇokBilmiş mutlaka Starbucks'da ortalama bir gazeteyi 5 dk. gibi kısa bir sürede okuyabilir. Geri kalan sürede gazeteyi okurmuş gibi yapar ve insanları prototip yapılarına göre incelemeye alır. Bakkaldan aldığınız Bay ÇokBilmiş'i lütfen doğal ortamına bırakıp önüne gazeteleri yığın. Tuvalete gidiyorum bahanesiyle incelemeye alın!
3.İyi bir Bay ÇokBilmiş atkı örmeyi bilir. Öyle ki sadece haroşe değil balık ağı modelinde bir atkıyı ortalama 1 günde bitirir. Bakkaldan aldığınız Bay ÇokBilmiş'e 2 adet yün ve 7 numara şiş verin. Kendisini bir odaya kilitleyip gün bitene kadar balık ağı modelinde size bir atkı örmesini isteyin. Gün sonunda yapamamış ise onu şişleyerek imha edin.
4. Bay ÇokBilmiş çok bilmenin vermiş olduğu bir yetenek ile bahis oyunlarında iyidir. Bu nedenle bahis oyunları oynayıp oynamadığını kontrol edin.
Yukarıda sıraladığım dört temel alanla ilgili kontrollerinizi yapın. Eğer bir tanesinde bile sapma oluyorsa ve bakkaldan alalı 15 günü geçmemiş ise geri iade edin. Değil ise Tüketici Mahkemesine başvurun yada şehir çöplüğüne atın.
Bay ÇokBilmiş'lerin de aciz oldukları yönler de vardır. Alkol tüketim sınırları 5 bardak şarap ile sınırlıdır. Basketbol da iyi olduklarını iddia ederler ama futbolda mutlak suretle kötüdürler. Sigara içtikleri an imha olacakları için ancak sigarasız hava sahasında yaşayabilirler. Genel de verdikleri sözleri tutmazlar. Pazar kahvaltısı sendromları vardır. Pazar günü kahvaltı için verdikleri sözü tutmadıklarından lanetlenmişlerdir.
Sonuç olarak engin deneyimlerim der ki gerçek bir Bay ÇoBilmiş insanın sabır taşını delebilir!
P.S. Yine de hastaneden eve giderken ambulansta dünyanın en gıcık hastası olan bana eşlik etmesini, deli sarhoşken atkısını çalmış olmama rağmen beni deşifre etmemesini, Türkçe dilbilgisinde bana büyük bir sabırla -de'nin hangi hallerde ayrı yazılması gerektiğini öğretmeye çalışmasını ve daha nice vefakar ve çileli ve sabırlı hallerini unutmam.
Çünkü Bendeniz Maydanoz... Her ne kadar dilim pabuç gibi ve gıcık olduğum insancıl yaratıklar için kötü fantezilerim olsa da vefalıyımdır. Teşekkür etmesini bilirim.
Evet O'nunla ilk tanışmam böyle oldu. O'ndan çok gıcık kaptım. Hatta öyle ki kantinde otururken okulun meşhur kedilerinin dışkılarıyla O'nu boğmak bile istemiş olabilirim ukalalığından ötürü...
Bay ÇokBilmiş hönçüştürü bitirip İstanbul'a yerleşene kadar sevmedim kendilerini. Kahvesine şeker yerine yanlışlıkla tuz koymasını, yolda yürürken ayağı takılıp çamura düşmesini, vapura koşarken vapuru kaçırmasını, sarhoş olup ukalalığını kusmasını çok istedim.
Evet sevmeyince kötü bir insan olduğum kesin! Ama hep absürd ve komik durumlara düşmesini istedim. İtiraf ediyorum ölmesini dileyecek kadar ondan nefret etmedim. İstanbul'a yerleşince, öğrencilik yıllarında sürekli içtiğimiz BeerPort günlerinde fikrim değişmeye başlamadı da değil! Saman altından süt yürüten bir dünün çocuğu olduğunu ve bu hayatta varsa yoksa işinin hiçdüşünülmeyenşeyleri düşünüp, hiçdikkatedilmeyenşeylere dikkat edip bu nedenle hiç kimsenin bilmeyi istemeye tenezzül etmediği şeyleri bilmek olduğunu anladım. Hayatta her insanın bir var olma nedeni var bu hayatta! Nasıl ki benimkisi herşeye Maydanoz olup, dil uzatmaksa Bay ÇokBilmiş'inde bilmediği konular hakkında bile biliyormuş gibi konuşmak olduğunu anladım.
Guinness Rekorlar Kitabı gibi Dünyada Garip İnsanlar kitabı adıyla bir kitap hazırlansa mutlaka içine konulması gereken bir insandır Bay ÇokBilmiş. Bir kere kadınları hem sever hem de gıcık olur. Halbuki ortalama erkek profiline bakıldığında; kadınları hem sever hem severdir. Ama yok O gıcık oldu mu olur. Gizli aşk maceralarını anlatmayı sevmez. Saman altından su yürütürken, özel bir görevle Muz adasına gidip kafasına dal yapıştırıp, yüzünü yeşil ve kahverengiye boyayan askerler gibidir. Yatarak yaptığı askerlik maceralarını A'dan Z'ye bilen yegane insan olarak hala hayatında ki bazı olaylarda gizli bir görev verilmiş asker edasında hareket etmesine anlam veremem. Sanırım içgüdüsel olarak yatarak ve askeri restoranda 6 ay boyunca mideye çalışarak bitirmiş olduğu askerliğin vicdani sorgulamasını yapıyor.
Her kadının hayatında bir adet Bay ÇokBilmiş olmalıdır. Neden mi? Sizi düşünmeye teşvik etmez. Kadınlar olarak çok gereksiz ayrıntılarda vakit harcamanız gerekmez. Sürekli düşünmeye ve birşeyleri bilmeye odaklandığından sizin öğrenmeniz gereken konular hakkında harcayacağınız vaktin sizde kalmasını sağlar. Evet mutlaka bir Bay ÇokBilmiş edinilmelidir! Hele ki sabır konusunda yüksek ihtisas yapma gayesindeyseniz hemen bir koşu mahallenin bakkalından bir adet edinmelisiniz. Bir örnekle anlatmak gerekirse bir dönem ülkemizin kadın ikonu Afrodit'in kişisel gelişim ve evrimleşme dönemlerini incelemeyi kafaya koymuştum. Öyle ki her gün sabah programlarında bu zat-ı şahaneyi anlamak için saatlerimi harcıyordum. Bu uzun ve derin bilimsel araştırmamda Bay ÇokBilmiş hemen duruma el atıp, büyük katkılar sağlamıştı. Ben de Afroditi anlamak için harcayacağım bilimsel vaktimi, "birey üzerinde gece yaşantısının etkisi"araştırmasına döndürüp İstanbul'da gece hayatını araştırmaya koyulmuştum.
Bay ÇokBilmiş'in en temel özelliği beni sinirlendirmeye çalışmasıdır. Fekat ne yazık ki bu noktada ki çabaları yaz günü siz uyumaya çalışırken başınızın üstünde vızıldayan bir kara sineğin sesi kadar etkili olmaktadır. Uykuya dalana kadar sinirlenir, sonrasında rüya alemine dalınca unuttuğunuz cinstendir.
Bay Çok Bilmiş'in nerede ne yapacağını kestiremezsiniz. Bir an gelir Closer filmindei Doktor Larry karakterine bürünür. İntikam ateşiyle neler yapacağını kestiremediğiniz bir adam olur.
Bir an gelir Simpsons'daki Bay Homer gibidir. Hatta söylemleri bile Bay Homer'e çok benzer. Ağzından tıpkı Ba Homer'in dediği gibi
"Evlat herkes aptaldır- ben hariç." yada E"ğer bu hayatta gerçekten bir şey istiyorsan onun için çabalamalısın. Şimdi sus sayısal loto çekiliyor." gibi cümleler duyabilirsiniz.
Duygusallaşma ve romantizim konusunda da ancak Bay Homer kadar iyidir. Ben Bayan Maydanoz olarak 2006 yılında karanlık üzerine yapmış olduğum bir araştırma da Bay ÇokBilmiş'e de "Karanlığı sever misin?" diye sorduğumda bana şöyle yanıt vermişti:
- Evet ben olmaya çalışan çakma araştırmacı kişilik. Çocukken elektrikler kesildiğinde babamın yanına koşardım. Kafamı yumuşak göbeğine gömerdim. İşte o karanlığı çok severim.
Bay ÇokBilmiş her şeyi becerebildiğini iddia eder. Bayanlar dikkat! Sizin de mahallenizin bakkalından edineceğiniz bir adet Bay ÇokBilmiş herşeyi bildiğini iddia edebilir. Ama sakın kanmayın. Bay ÇokBilmiş'in gerçekten iyisini bulmak için yapmanız gerekenler aşağıdaki gibidir:
1. Annenizin pazardan karpuz alırken yaptığı gibi kafasına vurup tok ses çıkarıp çıkarmadığına bakın. İçi dolu bir kafatası olması şart!
2. Bay ÇokBilmiş mutlaka Starbucks'da ortalama bir gazeteyi 5 dk. gibi kısa bir sürede okuyabilir. Geri kalan sürede gazeteyi okurmuş gibi yapar ve insanları prototip yapılarına göre incelemeye alır. Bakkaldan aldığınız Bay ÇokBilmiş'i lütfen doğal ortamına bırakıp önüne gazeteleri yığın. Tuvalete gidiyorum bahanesiyle incelemeye alın!
3.İyi bir Bay ÇokBilmiş atkı örmeyi bilir. Öyle ki sadece haroşe değil balık ağı modelinde bir atkıyı ortalama 1 günde bitirir. Bakkaldan aldığınız Bay ÇokBilmiş'e 2 adet yün ve 7 numara şiş verin. Kendisini bir odaya kilitleyip gün bitene kadar balık ağı modelinde size bir atkı örmesini isteyin. Gün sonunda yapamamış ise onu şişleyerek imha edin.
4. Bay ÇokBilmiş çok bilmenin vermiş olduğu bir yetenek ile bahis oyunlarında iyidir. Bu nedenle bahis oyunları oynayıp oynamadığını kontrol edin.
Yukarıda sıraladığım dört temel alanla ilgili kontrollerinizi yapın. Eğer bir tanesinde bile sapma oluyorsa ve bakkaldan alalı 15 günü geçmemiş ise geri iade edin. Değil ise Tüketici Mahkemesine başvurun yada şehir çöplüğüne atın.
Bay ÇokBilmiş'lerin de aciz oldukları yönler de vardır. Alkol tüketim sınırları 5 bardak şarap ile sınırlıdır. Basketbol da iyi olduklarını iddia ederler ama futbolda mutlak suretle kötüdürler. Sigara içtikleri an imha olacakları için ancak sigarasız hava sahasında yaşayabilirler. Genel de verdikleri sözleri tutmazlar. Pazar kahvaltısı sendromları vardır. Pazar günü kahvaltı için verdikleri sözü tutmadıklarından lanetlenmişlerdir.
Sonuç olarak engin deneyimlerim der ki gerçek bir Bay ÇoBilmiş insanın sabır taşını delebilir!
P.S. Yine de hastaneden eve giderken ambulansta dünyanın en gıcık hastası olan bana eşlik etmesini, deli sarhoşken atkısını çalmış olmama rağmen beni deşifre etmemesini, Türkçe dilbilgisinde bana büyük bir sabırla -de'nin hangi hallerde ayrı yazılması gerektiğini öğretmeye çalışmasını ve daha nice vefakar ve çileli ve sabırlı hallerini unutmam.
Çünkü Bendeniz Maydanoz... Her ne kadar dilim pabuç gibi ve gıcık olduğum insancıl yaratıklar için kötü fantezilerim olsa da vefalıyımdır. Teşekkür etmesini bilirim.
Hayatımdaki İstatistikler....
Hayatım boyunca neye, ne kadar, ne ölçüde zaman ve emek harcadığımı merak ederek bazı hesaplamalar yaptım. İnsanın yapacak işi olmayınca böyle garip hesapların peşine düşebiliyor... Ve çok çarpıcı sonuçlarla karşılaştım..Neler mi?
Çünkü delicesine bir koşturmacanın içerisindeyim.
Çünü bir sürü yapmam gerekenler var.
Çünkü biriyle buluşmak için bile ajandama bağımlı olacak kadar boş yoğunluklarla zamanımı harcıyorum.
Ve bu hengamede ben ne istersem yapabileceğimi, özgür olduğumu düşünüyorum. Ne büyük saçmalık! En iyisi tüm zorunluluklardan sıyrılmak, yapılması gerekenler listelerini ve ajandaları yakmak... Kendimizi özgürleştirmek ve özgürleştirmek için zamanımızı etkin kullanmayı öğrenmek!
- İlkokul, ortaokul, lise, üniversite hatta yüksek derken koskoca ömrümde toplam 173 ayımı okuyarak geçirmişim...
- Hayatım boyunca toplamda 12 günüm hastane de yatarak geçmiş. Bugüne dek 23 farklı hastalığa yakalanmışım.
- Son bir yılda 45 günüm İstanbul trafiğinde heba olmuş.
- Yılımın 4 ayını uyuyarak geçirmişim.
- Çok kez aşık olmamakla birlikte çocukluk aşklarımı hesap dışında tutarsam ,14 ayımı acılı aşk sancısı çekerek geçirmişim.
- Şu ahir ömrümde 24 ayım regl illetiyle uğraşırken heba olmuş. Üstüne üstlük bunun ortalama 8 ayı sancılar içerisinde ya sıcak su torbası hazırlarken ya da kıvranırken geçmiş
- Tam olarak hesaplayamamış olsam da yaklaşık olarak 26 ayımda otellerde konaklamışım.( Daha fazla da olabilir.)
- Günde 15 dk'ımı tuvalette geçirdiğimi varsayarak bütüm ömrüm boyunca 33,40 ayım s.çarak geçmiş.( Tuvalet dışında içine ettiğim olaylara harcadığım zamanı eklemedim.)
- Ortalama bir öğünde yemek yeme süremi 30 dk. olarak belirlersem günde üç öğünde toplamda 1.30 saatimi ayırmam gerekir. Uzun buluşma, aile, bayram -seyran gibi özel gün yemekleri ve atıştırmalar ile bu 30 dk bir ortalama olarak alınabilir. Birbirini dengeler. Bu noktadan hareketle bütün ömrümde 18.25 ayımı yemek yiyerek harcamışım.
- Son üç yılımda kendime ilke edindiğim günde 1 saat okuma alışkanlığım üzerinden okumaya ayırdığım vakti hesaplarsam son üç yılda ortalama 1,5 ayım sadece okuyarak geçmiş.
- Yolda, işte, bir yerde boş boş otururken, uyumadan önce kurduğum hayaller... Günde ortalama 18 dk. hayal kurduğum varsayımı üzerinden yılda ortalama 4.5 günüm hayal kurarak geçiyor.
Çünkü delicesine bir koşturmacanın içerisindeyim.
Çünü bir sürü yapmam gerekenler var.
Çünkü biriyle buluşmak için bile ajandama bağımlı olacak kadar boş yoğunluklarla zamanımı harcıyorum.
Ve bu hengamede ben ne istersem yapabileceğimi, özgür olduğumu düşünüyorum. Ne büyük saçmalık! En iyisi tüm zorunluluklardan sıyrılmak, yapılması gerekenler listelerini ve ajandaları yakmak... Kendimizi özgürleştirmek ve özgürleştirmek için zamanımızı etkin kullanmayı öğrenmek!
Bisküvi Kokan Kentte Kıtır Kıtır Aşk!
İnsanın kalbinin ve aklının birleştiği anlar vardır hayatta! Mantığınız ile duygularınızın bütünleştiği ve sizi tamamlayan mucizevi anlar... İnsan hayata tutunmak, derdini, tasasını hafif alayla karşılamak adına mucizelere ihtiyaç duyar.
Farklı açılarda konumlanmış iki yakayı birleştirmeye çalışan bir köprü gibi hayat! Sürekli bir devinimde zıt olan herşeyi bütünleştirmeye uğraşan, bazı zamanlar sağlam olduğuna inandığımız bazı zamanlar ise hafif sallantıda kendimizi güvende hissetmediğimiz bir köprü...
İşte böylesine bir köprü üzerinde birbirine zıt yönlerde hızla giden iki arabanın, birbirlerinin yanından geçtiği o kısacık anı hayal edin! Evet işte öyle bir anda karar vermiştim ayrılmaya... Beynim, kalbim, ruhum ve bedenim herşey o yanımdan hızla geçip giderken birleşti. İkimizde birbirimizde zıt yönlere doğru yol almaya karar verdiğimiz anda kopma'lar başlamıştı zaten. Halbuki yanyana ne çok yol katetmiştik.
Trenden indiğim an, bir zamanlar bisküvi kokan bu kentte gözlerim O'nu aradı. Koskoca ömrümün koskoca beş yılına şahit kişisiydi. Bir yarım bensem, diğer yarım O'ydu. Ben trenden inen sevgiliydim, O ise her inişimde beni sıcacık karşılamaya hazır bekleyen sevgiliydi. O hayatımda yazılan bütün özel anların ilkiydi. Geçmişimin nirengi noktasıydı...
Çok zaman önce kentin en işlek caddesinde konumlanmış fabrikada biskivüler piştikçe, kente yayılan tazecik kokusu ile büyülenirken, biz aşkın doruklarında kendimiz için yarattığımız bambaşka dünyamızda aşkımızı yaşardık. Porsuk çayı akarken, sürükledileri arasında az buçuk eksi yanlarımız, korkularımız yer alırdı. Taze olan umutlarımızı bisküvi hamuruna ekletirdik gizlice! Bisküviler kıtır kıtır ağızlarda erirken, aşkımızın da bütün evrene yayılacağına ve bu şekilde asla bitmeyeceğine inandırmıştık kendimizi.
Aşk O'ydu benim için. Bir gün tıpkı çaya batırdığımızda yumuşayıp, çayın sıcaklığında eriyen bisküviler gibi aşkımızında hayat yolunda eriyip gideceğine hayatta inanmazdım.Hep sağlam olduğuna inandığım bu aşkın bir darbeyle tıpkı bisküviler gibi kırılıp tuzla buz olacağına inanmak! Ah ne delilik!
Tren garında oturdum Sanki yıl 1999 'du ve birazdan beni almak için gelecekti. İlk kez geciktiğini düşündüm. Haftasonu eve gidince hep dönüşümü hayal ederdim. Sıkıcı Pazar günüm trenden inince O'nu göreceğim fikri ile renklenirdi. Yol boyu içim içime sığmazdı. Trendeki Gar Restorana oturup başımı cama dayardım. Yol boyunca geçtğim evlerde yaşadığımızı, kendi küçük yaşantımızdaki büyük aşkı düşlerdim. Kendime bir bira söyler, sonra ikinci sonra üçüncü... Ne gariptir ki ben O'nunlayken o kadar içmeme rağmen asla sarhoş olmazdım. Tren garında soğuk bir bankta geçmişte bıraktığım ve sanki 1999 senesindeymişçesine beklediğim sevgilim için bir sigara yaktım. Derin bir nefes aldım. Ciğerlerim yanarken uzun zamandır ilk defa canımın yandığını hissettim. Tam 12 yıldır iyileştiğini düşündüğüm yaram acımıştı...
Bu kente ilk geldiğim ve bu kentten en son ayrıldığım günü düşündüm. İki gün arasındaki koskoca zaman diliminde yaşadığım her şey fluydu. Bir tek O ve O'nunla yaşadıklarım zihnimde tazecik duruyorlardı. Bir kenti kent yapan ne yüksek binaları, ne upuzun yolları, ne suyu, ne de havasıydı. Bir kenti kent yapan yaşadıklarınızdı. Bizim kentimizi anlamlı kılan aşkımızdı. Bu tren garına ayak bastığım ilk gün, geride bıraktığım kentimin yeşili yerine griye hapsolmuştum.Gri binalar arasında boğulacakmışım gibi hissetmiştim. Ta ki O'nun gözlerindeki vadi yeşilini görene dek! Ben bu kenti çocukluğumun ve O'nun yeşiliyle boyamıştım. Ve O'ndan sonrasında kentin dilini çözmeye, bisküvi kokusunu algılamaya, Porsuk Çayı'nın sesini duymaya başlamıştım.
Dar sokaklar, izbe barlar, sırf sevgiliyiz diye bizi evden atan ev sahipleri...Her şey bizi birbirimize daha da yakınlaştırmak için vardı.Ben onca tercihin arasında sırf O'nu bulmak için bu kente gelmiştim. Kılıçoğlu sineması aşkımızın doğuşuna şahit olmak için inşa edilmişti. Pino Hamburger öğrenci bütçemize uygun buluşmalarımız için açılmıştı. Ve hatta sırf bizim için yıllardır aynı yerinde öylece duruyordu. "Sanki dünyada var olan hiçbir şey biz istesek de yok olmaz!" demek ister gibi duruyordu... Biz seninle delicesine birbirimize sarmalanıp, damarlarımızda kan yerine alkol aksın diye şarap fabrikasını "Hayal Kahvesi" yapmışlardı. Şarabın duvarlara sinmiş kokusunda, hayallerimize dalarken aşkla ve müzikle harmanlansın diye ruhlarımız...Hayalimiz gerçeğe dönüşsün diye vardı.
Sigaram bitti. O'nunla var olan herşeyin bittiği gibi... Gelmeyeceğini bile bile bir gün O'nu bu tren garında bekleyeceğimi söyleseler inanmazdım. Oturduğum yerden kalktım. Çıkışa doğru yürürken bedenimin ürperdiğini hissettim. Ben bu gara en son O'nu ve kenti terk ettiğim gün gelmiştim. Sanki çok önemli bir şeyi unutmuş gibiydim.
12 yılda çok şey değişmişti. Birbirimize zıt yönlerde ilerleyip farklı kentler başka kişilerle yaşamlar kurmuştuk. Öyle ki bizim olan hayalleri bir kenara itip, kurduğumuz farklı dünyalarda yaşarken biribirimizle ilgili tek kelime etmemiş, sanki bir yemin etmiş gibi birbirimizi hiç anmamıştık. 10 gün arayla O baba, ben anne olurken, bir gün olur ya çoçuğumuz olursa ismini "Buse"koymamıştık. Ben ilk öpücüğümü yani O'nu bana hatırlatsın istememiştim. O ise kimbilir...
Biz sessiz bir yeminle ayrılmıştık. Herşeyi kırıp, biz olan herşeyi yok edeceğimize inanmıştık. Ama ya bu kent? Sokaklarında yürürken gençliğimi, hayallerimi, korkularımı, O'nu bana hatırlatan bu kent! Benim hayatımdaki en büyük felaket o mucizevi anda aldığım ayrılık kararıydı. Peki hangi dünyevi felaket bu kentin yıkılıp, bütün anılarımızın silinmesini sağlayacaktı?
12 yıl önce bıraktığım bu kent en az benim kadar değişmişti. Ne ben O'nu terkederken trene ağlayarak binen genç kızdım, ne de bu kent bizi sarmalayan O'nunla var olan kentti. Artık bisküvi kokusu yotu, Kılıçoğlu sineması yoktu. Aşıklar artık O'nunla yürüdüğümüz yollarda yürümüyor, delice içip eğlendiğimiz barlarda sabahlamıyordu.Günlerce dışarı adım atmadığımız evimizin olduğu apartman bile yıkılmıştı. Artık bu kent ne sendi, ne bendi. Ne de aşkımızın simgesi bisküvi kokusu...
Tren garından çıkıp kentin en işlek sokağına doğru yürürken dudaklarım sessizce bir zamanlar haykırarak söylediğimiz şarkımızın sözlerini mırıldanıyordu. Biz hatta bu kent bile zamana yenilmişti. Ama şarkımız hala daha dün ilk kez söylenmişçesine kulaklarımızın pasını siliyordu. Ve başka dünyalardaki ayrılmış aşıklara sesleniyordu:
"Haykıracak nefesim olmasa bile...
Ellerim uzanır olduğun yere..."
Farklı açılarda konumlanmış iki yakayı birleştirmeye çalışan bir köprü gibi hayat! Sürekli bir devinimde zıt olan herşeyi bütünleştirmeye uğraşan, bazı zamanlar sağlam olduğuna inandığımız bazı zamanlar ise hafif sallantıda kendimizi güvende hissetmediğimiz bir köprü...
İşte böylesine bir köprü üzerinde birbirine zıt yönlerde hızla giden iki arabanın, birbirlerinin yanından geçtiği o kısacık anı hayal edin! Evet işte öyle bir anda karar vermiştim ayrılmaya... Beynim, kalbim, ruhum ve bedenim herşey o yanımdan hızla geçip giderken birleşti. İkimizde birbirimizde zıt yönlere doğru yol almaya karar verdiğimiz anda kopma'lar başlamıştı zaten. Halbuki yanyana ne çok yol katetmiştik.
Trenden indiğim an, bir zamanlar bisküvi kokan bu kentte gözlerim O'nu aradı. Koskoca ömrümün koskoca beş yılına şahit kişisiydi. Bir yarım bensem, diğer yarım O'ydu. Ben trenden inen sevgiliydim, O ise her inişimde beni sıcacık karşılamaya hazır bekleyen sevgiliydi. O hayatımda yazılan bütün özel anların ilkiydi. Geçmişimin nirengi noktasıydı...
Çok zaman önce kentin en işlek caddesinde konumlanmış fabrikada biskivüler piştikçe, kente yayılan tazecik kokusu ile büyülenirken, biz aşkın doruklarında kendimiz için yarattığımız bambaşka dünyamızda aşkımızı yaşardık. Porsuk çayı akarken, sürükledileri arasında az buçuk eksi yanlarımız, korkularımız yer alırdı. Taze olan umutlarımızı bisküvi hamuruna ekletirdik gizlice! Bisküviler kıtır kıtır ağızlarda erirken, aşkımızın da bütün evrene yayılacağına ve bu şekilde asla bitmeyeceğine inandırmıştık kendimizi.
Aşk O'ydu benim için. Bir gün tıpkı çaya batırdığımızda yumuşayıp, çayın sıcaklığında eriyen bisküviler gibi aşkımızında hayat yolunda eriyip gideceğine hayatta inanmazdım.Hep sağlam olduğuna inandığım bu aşkın bir darbeyle tıpkı bisküviler gibi kırılıp tuzla buz olacağına inanmak! Ah ne delilik!
Tren garında oturdum Sanki yıl 1999 'du ve birazdan beni almak için gelecekti. İlk kez geciktiğini düşündüm. Haftasonu eve gidince hep dönüşümü hayal ederdim. Sıkıcı Pazar günüm trenden inince O'nu göreceğim fikri ile renklenirdi. Yol boyu içim içime sığmazdı. Trendeki Gar Restorana oturup başımı cama dayardım. Yol boyunca geçtğim evlerde yaşadığımızı, kendi küçük yaşantımızdaki büyük aşkı düşlerdim. Kendime bir bira söyler, sonra ikinci sonra üçüncü... Ne gariptir ki ben O'nunlayken o kadar içmeme rağmen asla sarhoş olmazdım. Tren garında soğuk bir bankta geçmişte bıraktığım ve sanki 1999 senesindeymişçesine beklediğim sevgilim için bir sigara yaktım. Derin bir nefes aldım. Ciğerlerim yanarken uzun zamandır ilk defa canımın yandığını hissettim. Tam 12 yıldır iyileştiğini düşündüğüm yaram acımıştı...
Bu kente ilk geldiğim ve bu kentten en son ayrıldığım günü düşündüm. İki gün arasındaki koskoca zaman diliminde yaşadığım her şey fluydu. Bir tek O ve O'nunla yaşadıklarım zihnimde tazecik duruyorlardı. Bir kenti kent yapan ne yüksek binaları, ne upuzun yolları, ne suyu, ne de havasıydı. Bir kenti kent yapan yaşadıklarınızdı. Bizim kentimizi anlamlı kılan aşkımızdı. Bu tren garına ayak bastığım ilk gün, geride bıraktığım kentimin yeşili yerine griye hapsolmuştum.Gri binalar arasında boğulacakmışım gibi hissetmiştim. Ta ki O'nun gözlerindeki vadi yeşilini görene dek! Ben bu kenti çocukluğumun ve O'nun yeşiliyle boyamıştım. Ve O'ndan sonrasında kentin dilini çözmeye, bisküvi kokusunu algılamaya, Porsuk Çayı'nın sesini duymaya başlamıştım.
Dar sokaklar, izbe barlar, sırf sevgiliyiz diye bizi evden atan ev sahipleri...Her şey bizi birbirimize daha da yakınlaştırmak için vardı.Ben onca tercihin arasında sırf O'nu bulmak için bu kente gelmiştim. Kılıçoğlu sineması aşkımızın doğuşuna şahit olmak için inşa edilmişti. Pino Hamburger öğrenci bütçemize uygun buluşmalarımız için açılmıştı. Ve hatta sırf bizim için yıllardır aynı yerinde öylece duruyordu. "Sanki dünyada var olan hiçbir şey biz istesek de yok olmaz!" demek ister gibi duruyordu... Biz seninle delicesine birbirimize sarmalanıp, damarlarımızda kan yerine alkol aksın diye şarap fabrikasını "Hayal Kahvesi" yapmışlardı. Şarabın duvarlara sinmiş kokusunda, hayallerimize dalarken aşkla ve müzikle harmanlansın diye ruhlarımız...Hayalimiz gerçeğe dönüşsün diye vardı.
Sigaram bitti. O'nunla var olan herşeyin bittiği gibi... Gelmeyeceğini bile bile bir gün O'nu bu tren garında bekleyeceğimi söyleseler inanmazdım. Oturduğum yerden kalktım. Çıkışa doğru yürürken bedenimin ürperdiğini hissettim. Ben bu gara en son O'nu ve kenti terk ettiğim gün gelmiştim. Sanki çok önemli bir şeyi unutmuş gibiydim.
12 yılda çok şey değişmişti. Birbirimize zıt yönlerde ilerleyip farklı kentler başka kişilerle yaşamlar kurmuştuk. Öyle ki bizim olan hayalleri bir kenara itip, kurduğumuz farklı dünyalarda yaşarken biribirimizle ilgili tek kelime etmemiş, sanki bir yemin etmiş gibi birbirimizi hiç anmamıştık. 10 gün arayla O baba, ben anne olurken, bir gün olur ya çoçuğumuz olursa ismini "Buse"koymamıştık. Ben ilk öpücüğümü yani O'nu bana hatırlatsın istememiştim. O ise kimbilir...
Biz sessiz bir yeminle ayrılmıştık. Herşeyi kırıp, biz olan herşeyi yok edeceğimize inanmıştık. Ama ya bu kent? Sokaklarında yürürken gençliğimi, hayallerimi, korkularımı, O'nu bana hatırlatan bu kent! Benim hayatımdaki en büyük felaket o mucizevi anda aldığım ayrılık kararıydı. Peki hangi dünyevi felaket bu kentin yıkılıp, bütün anılarımızın silinmesini sağlayacaktı?
12 yıl önce bıraktığım bu kent en az benim kadar değişmişti. Ne ben O'nu terkederken trene ağlayarak binen genç kızdım, ne de bu kent bizi sarmalayan O'nunla var olan kentti. Artık bisküvi kokusu yotu, Kılıçoğlu sineması yoktu. Aşıklar artık O'nunla yürüdüğümüz yollarda yürümüyor, delice içip eğlendiğimiz barlarda sabahlamıyordu.Günlerce dışarı adım atmadığımız evimizin olduğu apartman bile yıkılmıştı. Artık bu kent ne sendi, ne bendi. Ne de aşkımızın simgesi bisküvi kokusu...
Tren garından çıkıp kentin en işlek sokağına doğru yürürken dudaklarım sessizce bir zamanlar haykırarak söylediğimiz şarkımızın sözlerini mırıldanıyordu. Biz hatta bu kent bile zamana yenilmişti. Ama şarkımız hala daha dün ilk kez söylenmişçesine kulaklarımızın pasını siliyordu. Ve başka dünyalardaki ayrılmış aşıklara sesleniyordu:
"Haykıracak nefesim olmasa bile...
Ellerim uzanır olduğun yere..."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)