21 Mart 2011 Pazartesi

Ünzile'nin Sessiz Çığlığı!

Uykumun en derin katmanındayken sokağı inleten çığlıkla uyanıyorum. Bir bebeğin sabaha karşı yağmur altında genç annesinin kucağında incecik pijamasıyla üşüüğünden mi korktuğundan mı ağladığını bilemeyecek kadar büyüdüm. Yatağımdan fırlayıp pencereden bakıyorum. Gencecik bir kadın... Arkasından onu küfürler savurarak kovalayan genç bir adam... Adam boxer'ıyla don paça hınç ve sinirle dolu bir şekilde kadını kovalıyor. Allah'ım bu görüntü İstanbul'un en medeni semtlerinden birinde gerçekleşemez! Pencereden dehşetle izlediğim bu sahne de donup kalıyorum.

Genç kadının adı Esra! Ya da Ünzile... Hani köyünde küçücük bir kız olarak yediği dayaklardan sesi kısılan, bu hayatın kaderi olduğuna inanan bu yüzden de köyündeki çitin yanına bile yaklaşamayan kadın... Kadının adı Esra! İstanbul'un göbeğinde yaşayan, bir umutla belki de büyük bir aşkla evlenen sonrasında dayak yememek için çıplak ayakla en fazla 1 yaşındaki bebeğini kucağına alıp, gittikçe küçülen bu kentin sokaklarına kendini bırakan kadın! Farkı var mı Ünzile ile Esra'nın, ya da onları sonunda aynı kadere yaşamaya mahkum eden ortak nokta ne? Tüylerim ürperirken polisi arıyorum. Lanet olsun diyorum kendi kendime. Yapabileceğin hiçbir şey yok. Karşıdaki apartmandan biri bağırıyor:

"Napıyorsun bırak ulan adamı!" diye sesi çıktığı kadar bağırıyor.

Evlerin ışıkları kapalı, tüm sokak inlerken kimse pencereden kafasını uzatmazken bir kez daha "lanet olsun" diyorum içimden. Kadın bir köşeye saklanırken, bebeği kucağında neler düşünmüştür. Nereye gidecek şimdi, ne yapacak? Tüm bu sorular kafamda dönerken, içimdeki Katil Maydanoz uyanıyor. Öldürmek istiyorum boxerı ile karısını ve çocuğunu gecenin bir yarısında sokaklarda kovalayan o iğrenç adamı! Bu dünyada kadına el uzatan bütün elleri kesmek istiyorum. Zalim Eller Çorbası diye bir çorba yapıp köpeklerin önüne koymak istiyorum. Japonya'daki masum binlerce insanın yerine onların geçip, ölmelerini istiyorum. Çünkü aynı toplumda, aynı şehirde, aynı sokakta aynı havayı soluyarak onlarla yaşamak istemiyorum.

Hepimizin başına bir gün gelebilecek bir şiddet eğilimini düşünerek aşkla bir adama bağlanmak istemiyorum. Bu ülkede çoğunun üniversite mezunu adamlar olduğunu bildiğim şiddet eğilimli bir adama bağlanmaktan korkuyorum. İçimdeki Sosyolog Maydanoz "Daha çok işin var Maydanoz, hayıflanmanın vakti değil! Bu düzeni değiştirmek hepimizin elinde" diyen sesiyle irkiliyorum. Cinayet planları, eğitim planları, doğal afet planları hepsi o kadar yersiz ki! Milyonların içinde yine sessiz milyonların çığlığını sabaha karşı biraz önce polisin alıp götürdüğü adamla boşalan sokağa bakarken dinliyorum. Hayatımda hiç bu kadar sessiz, hiç bu kadar yaralayıcı bir çığlık duymadığımı düşünüyorum. Bir daha... Bir daha asla...Bir daha asla böyle bir çığlık duymak istemediğimi düşünürken, hayıflanmanın zamanı değil diyorum. Sabah ezanı sokağı çınlatırken, köpekler uğuldamaya başlıyor.  İnsan görünümlü bütün evrimleşememiş insan görünümlü hayvanların iyileşmesini ve kadınların süper güçlere sahip olmasını diliyorum. Uzun süredir bu kadar anlamlı bir dilek dilememiş olduğumu, bu kadar içten bir dua etmediğimi fark ediyorum.

Yatağıma kıvrılırken bütün sessiz çığlıklara sahip Ünzile'leleri, farlı çehrelerle gözümün önünden geçiyor. Gözlerimden bir yaş süzülüyor. Onların yerine ben bağırmak istiyorum. Ama bağırsam da sokaktaki onlarca pencereden en iyi ihtimalle bu gece ki gibi bir, bilemediniz iki pencerenin ışığının yanacağını bilmek daha çok üzüyor beni! Keşke bu kadar duyarsız kalmasak... Keşke bu kadar sessiz kalmasak... Keşke bu kadar bencil olmasak...

Keşke'leri düşünürken gün aydınlanmaya başlıyor. Bir yerlerde hiç sabah olmadığını çünkü her zaman gece olduğunu düşünsem de yine de "Günaydın!" diyorum.

Günaydın... Gün sizin için daha aydınlık olsun!

Hiç yorum yok: