25 Mayıs 2011 Çarşamba

AyrılıkSonrasıHayalkırıklığı için Maydanoz Kız Acil Durum Paketi

On bininci uykumun ortasında tam da Hogatha’ya işkence yaparken telefonumun sesiyle gerçek dünyaya döndüm. Gözlerim kapalı bir halde telefonu açınca karşıdaki sesin üzüntüsüyle şok etkisinde ayıldım. Bayan Pike  ayrılıksonrasıhayalkırıklığı ses tonuyla hiç ara vermeden olayı özetledi:
-Ayrıldık. Hem de çok iddialı bir neden için. Aşık olmuş. Dur sorma çünkü bininci kez tekrarlıyorum bunu kendime. Kız eski kız arkadaşıymış!
Bazen kendime gerçekten anlam veremediğim anlar oluyor. Dilim pabuç kadar! Gereksiz her anda bu pabuç kadar dil hiç susmaz, tam konuşması gereken anda kilitlenir. Anlık düşünme sürem içerisinde ne diyebileceğimi düşündüm. En sonunda;
-Hemen atla bana gel! Bende sana iyi gelecek birkaç şey buluruz.
 Cevap vermesini beklemeden telefonu kapattım.

Her insan, beklenmedik anlarda beklenmedik sebeplerle hiç beklenmedik olaylar yaşamıştır. Adı üstü Bek-len-me-dik! Yani sizin dışınızda ilerleyen ve siz ne yaparsanız yapın değişmeyecek gerçekliklerle donatılmış olaylar… En unutulmaz aşklarım, kavgalarım, ayrılıklarım ve kazıklarım hep beklenmedik zamanlarda karşıma çıktı. Ya da ben hiçbirini beklemeyecek kadar iyi niyetli yaklaşmışım!

Herşeyin yolunda gittiğini düşündüğünüz bir ilişkinin bir anda bitmesi ansızın gerçekleşmez. Ama hayat işte tıpkı Noel Baba gibi torbadan ne hediye çıkaracağını bilemiyorsunuz. Sürekli sürprizlerle dolu! Ve sürprizler hep iyi olmak zorunda da değil… Beklenmedik bir anda pat diye dürtülüp “Şıştt kızım sen böyle hayal aleminde yaşa ama ben yokum artık. Bence o kadar da mükemmel değiliz.” Diyen İçsesim Maydanozu susturdum.

En son bek-len-me-dik kötü olayımda yapmaya karar verdiğim Maydanoz Kız Acil Durum Paketim geldi. İçinde neler mi var?

-          Acıların Kadınıyım Vallahi Çok Fenayım İlacı:
Ben ne zaman viski içsem deli sarhoş olurum. Bu nedenle beni içim içim eriten duruma karşı güçlenmek ve kafayı bulmak adına küçük viski şişem hep hazırdır. Acıların kadını olarak çok fena olan duruma karşı en iyi ilaçlardan biri en kolay sürede sizi en mutlu eden şeyi yapmaktır.

-          Beni Dinle CD’si:
Durum vahim! Şimdi oturup bu CD’yi koyacağım ve sanmayın ki içinde damardan Sezen şarkılarıyla içip ağlayacağım. Yanlış tahmin… Beni dinle CD’si lokman hekim tarafından bile önerilen ve tecrübeyle sabit bir ağrı kesici! İçinizden taşmak isteyen sıkıntıyı hareketli, kıpır kıpır şarkılarla atacağınız derlemem de yok yok…

-          Kil Maskesi:
Neden hüzün ve mutsuzluk insanları çirkinleştirir. Mutlu insanlar hep güzel! Bu yüzden üzülüp ağlamak değil zaman güzelleşme zamanı! Bu nedenle aktardan aldığım tek kullanımlık kil maskelerim paketimin olmazsa olmazları arasında…

-          Makas:
İçinden belki bir anda silmen zor olabilir bütün yaşananları!  Unilever’e buradan açık çağrı! Mikropları öldüren anti-bakteriyel sabun üreteceğinize mutsuzluğu öldüren, acıyı silen kimyasal ürün pazarlayın. Bakın nasıl kar edeceksiniz. Yine de üretilmemiş ürünleri beklemekle geçmesin ömrümüz. Acı veren ne varsa lime lime edene dek kesme zamanı! Bütün fotoğrafları, acı verecek tişörtleri kesmek için makas!

-          Telefon Rehberi:
Siz evde romantik komediler eşliğinde “Allah’ım neden bu kadar şanssızım niye mutlu sonu olamadı?” diye dövünün, ağlayın adam gitsin Petek Dinçöz’ün en güzel eseri Foolish Kazanova şarkısının klibinde bilinmedik bir barda başrol oynasın! Yok canım pışşııkkkk…..  Tabii ki çevrenizdeki insanlar da sınıf sınıf ayrılır. Kimisiyle bara gidip dağıtmak eğlencelidir, kimisiyle evde Tabu oynamak. X- aşklar, Ex-aşklar, aday adayları, can dostlar, dostun olmak için uğraşanlar, gereksiz ama eğlenceliler, arkadaşlar…  telefon rehberine şöyle bir göz atıp program yapma zamanı! Hadi bakalım kış kış…

-          Ayrılık Sonrası Mektup:
Ve her ayrılık sonrasında büyük bir acıyla okuduğum ve kendime geldiğim bu mektup!
“ Ah benim zavallı Türkan Şoray gözlü, Fatma Girik’in köylü kızı ruhlu yavrucuğum,
Beni okuduğuna göre yine üzülmüşsün. Kesin sen de yaptın yine yapacağını! ( evetse bir kere baş salla) Üzülme demeyeceğim, üzül tabii ama memleket meselesi de yapma… Neden mi?
-Çünkü bir kadın rimelleri akmasın diye asla ortam içinde ağlamamalıdır.
-Herşeye çare vardır ama ölüme yoktur eğer giden ölmemişse salla! Hele seni terk ettiyse aldığı her nefeste karbondioksit miktarı çok ola işallah!
-Kapat gözlerini geçmişi düşün. Her daim hayatında başına iyi ve kötüler gelmiştir ama sen gözünü kapatınca hep iyileri hatırladın değil mi? Kandırma kendini! Çünkü zavallı insanlar kendilerini kandıranlardır.
-Sen ağladıkça gözlerin şişecek, gözaltların buruş buruş kırışacak. Sonra her gelen ve gidenin izi yüzüne sinecek. Ne gerek var bu kadar yüke. Unutma mutlu insanlar uçabilecek kadar hafif ve gamsız olanlardır.
-Sen şimdi evinde oturup bu salak mektubu okurken harcadığın zaman diliminde kimbilir hayatının aşkı evinin önündeki caddeden arabayla geçiyor ya da sırf mutsuzsun diye iptal ettiğin programlardan birinde bir kafe de, arkadaş ortamında kös kös oturuyor. Hem de senden habersiz! Ne alaka deme… Çünkü hayat böyle, eksilen her şey yerini hızla doldurur. Bu nedenle toprak altında çürüme süremiz bile belli!
Hadi şimdi beni kapa… Gerekirse ben buradayım. Sen sümüklüleri sevmezsin. Bu nedenle giyin toparlan, at kendini gerçek yaşamın seyrine… Çünkü insan yaşadığını en çok anıları çoğaldıkça anlar. Ve anılar her daim güzel değildir. Ama dolu dolu yaşamanın da bedeli budur. Bu da sana son sözüm olsun.
Sağlıcakla kal.”

Mektubu özenle katladım. Paketimdeki eşyaların yanına koydum. Pakete bakmak iyi geldi derken zil çaldı. Bayan Pike şişmiş gözlerle karşımdaydı.

Elimdeki paketi uzattım. Ve “ Maydanoz Kız Acıları Dindirme Merkezi”me hoş geldin dedim…


14 Mayıs 2011 Cumartesi

KAFAM-IZ GÜZEL...

Hepimiz içmişiz. Kafamız güzel! Bir zamanlar güzel olan günleri anıyoruz. İleride de bu anımızı güzel diye anacağız. Ama bütün anlarımız aslında birbirine benziyor. Sürekli aynı devinimde yaşamak nasıl da yormakta bizi hiç farkında değiliz. Halbuki değiştik farkında olmadan... Ne hatalar yaptık, neler öğrenmedik ki... Hep de sonunda yine aynı ine saklanıp, aynı omuzlarda ağlamanın dayanılmaz hafifletici yan tesiriyle kendimize geldik. Bu noktada deneyimliyiz. Evet birçok kazık yerken ama çok tanıdık ama tanımaya çalıştığımız insanlardan canımız yandığında ilk birbirimize koştuk. Çünkü kimin ne kadar ileriye gidebileceğini kestiremesek de bu hayatta, bu acıları öğütecek bir sıcaklığın her daim bizi beklediğini bilecek kadar tekrar tekrar deneyimlemiştik destek olabilmeyi!

Hayatı hep farkındalıklarla öğreniyor insan! Ne kadar söylenirse söylensin anlamak güç oluyor bazen... Bazen duymaktansa yanabileceğini, kör bir ateşe atlayıp yanmak daha etkili oluyor akla sokmak için bazı gerçekleri... Farkındalıklarda buluyoruz hep cevaplanmamış soruların cevabını! Ve hep biz biliyoruz herkesten daha çok ve daha iyiyi... Bazen insan denize ayaklarını soktuğu anda boğmak istiyor aslında kendini yada denizin altında kalıp boğulmaktan kurtulmak!

Kafam güzel... Kafam güzelken hiç mutsuz olamıyorum. Neden? Halbuki ben ne zaman sığınsam kadehte duran kırmızıya, beyaza hep içimden ağlamak gelir... Ama mutluluktan. Sanki ben ne kadar içersem o kadar tüm dertlerim silinir gibi hayattan. İnsan her daim bir neden bulabilir içmek için... Bugün bütün bilgilerimi bir bilgisayar formatında kaybetmenin acısına içiyorum. İçtikçe unutuyorum. İlk duyduğum an içimdeki acıdan tüm vücudum kıvrılmışken bir kenara... Şimdi dimdik ( o da durabildiğim kadar) duruyorum. Oh be diyorum. Keşke geçmişimden de böyle bir çırpıda bir format zaman aralığında kurtulabilsem...

Neden hep yaşadıkça daha da ağır geliyor her şey! Eskiden gülebildiğimiz herşey şimdi sinirlerimizi bozmakta... Hangi zaman aralığında bu kadar yıprattık kendi kendimizi. Bilemiyorum. Ve yine bilemediğim soruları bilmek için zihnimi boş yere yoruyorum. Zihnimi uyuşturmak için ayyaş gecelere doğru yol alıyorum.
En son ne zaman bu kadar içmiştik hiç hatırlamıyorum....

12 Mayıs 2011 Perşembe

KARMA

Sus ve dinle! Çünkü bu anlatacaklarımı bir daha asla dile getiremem. Senden önceki yalnız hayatımı, senden sonra tufan olan şimdimi ve umutlu geleceğimi anlatacağım sana. Biraz önce koca nutella’yı devirdim. Kaşık kaşık yerken sanki içimin acısı da geçer diye umdum. Televizyonda  80’lerde çekilmiş bir türk yapımı aşk filmi, elimde formülünü dünyada üç kişinin bildiği çikolatam ve kalbimde sen. Benim bir formülüm bile yok bu hayatta! Belki de bu yüzden çözemedin sen beni.

Senden önce her şey olağan seyrinde gidiyordu. Havası inik tekerleklerle ilerleyen bir araba gibiydim resmen. Sıradan hayatlar ve hiçliklerle dolu insanlar arasında kendini bulmaktan çoktan vazgeçmiş biriydim. Benim için an’dı önemli olan. Yaşam mottom; anı yaşamak ve keyifle içmek, gezmek, eğlenmekti.  Geceleri çıkarken minilerimi çekerdim, hele iki tek atınca sorma ama ben çok tehlikeliydim.  Bir sürü birbirinden kopuk an,  mekan,  insan… Yanlış adamlara takıldım çoğunlukla da. Beş para etmez bir sürü adam! Yine de umudunu kaybetmeyen bir ben vardı. Her seferinde daha kocaman bir kalple dalıyordum anlık aşk havuzuma. Sana gelene dek bütün kurbağaları prense dönüşür diye öpmüştüm, hepsi sıçana dönmüştü! Seni tanıyana dek buldozer gibi hayatıma giren bütün erkekleri ezip geçtim. Bazense onlar… Ben aşkı savaş alanında savaşmaktan ibaret saymıştım. Bir sürü farklı erkeğin hayatına dalmış, bir sürü farklı masalsı aşk yaşamıştım. İlk buluşmanın dayanılmaz hafifliğinde uçtuğum da olu, Serseri İD'im, Ahmak EGO'm, Çok Bilmiş Süper EGO'mu yani bana ait her şeyi yıkan ve sonunda “Yeter be bir file aşık olmak, evli bir adama aşık olmaktan iyidir!” diye ağlatan ve aşk acısıyla kendimi hayvanat bahçesine attığım aşklarımda…Üstüne üstlük “evlilik sıfır noktasından başlamak mıdır?” gibi ahmak evli adam sorularına da maruz kalmıştım. … Küçük çocukların ve daha çok büyük adamların gezdiği hayvanat bahçesinde kanayan kalbime pansuman yapmak için cebindeki ütülü mendili çıkaran büyük adamla küçük kız aşkı da yaşadım. Büyük adam küçük kız ve büyük adam küçük kadın ikilemi öyle yordu ki beni en sonunda an’lık sevdalarımdan biri olarak O’nu da tarihe kazıdım.

İçimdeki Mey’hane de delicesine sarhoş olup, bir türlü ayılamayan biri oldum sonrasında… İçimdeki zavallı Ünzile’nin sessiz çığlıklarını duyamayacak kadar sağırlaşmış ve kendisini anlamsızca derin köy kuyularda boğmaya çalışan bir zavallıydım. Sürekli beylik laflar edip çevremdekilere mutluyum mesajı vermeye çalışırken gittikçe dibe batıyordum. Elimdeki boş kadehlere ve içimdeki karanlığa bakmadan kadınlara “Şıştt bayanlar dikkat çorabınız kaçabilir ama hayat kaçmaz!”, erkeklere “Seven kızın romanı var da seven erkeğin olmaz mı ee hadi yazın ne duruyorsunuz?diye bağırıp, kendi kendime eğleniyordum. Hayatı kaçıranın sadece insanın kendisi olduğunu bilemeyecek kadar ahmaktım. Çünkü ben iflah olmaz hayalperestlerden biriydim. Hayaller ve gerçekler… Hayallerin peşinde sürüklenirken gerçekleri de unutmayan insanlara imrenirdim. Ben hayallerinin peşinden koşarken, gerçek dünyadan kopup elde edemeyince bataklıkta boğulanlardandım.

Umudumu kaybettiğim anlarda evlatlık kedim Pipi’ye sarılırken Tanrı’ya yalvarıp “Pipi'm bile aşık peki ben neden hala yalnızım!” diye sızlanırken,  kalorilerimi yakmak için “Crunchçı var Hanıımmm!”  diyen spor hocamın arkasından hırsla spor yaparken, moral bozukluğuyla Nişantaşı sokaklarında dolanıp kendimi attığım butiklerde uçuk fiyatlarıyla hot kütür içime kıyarken,  yönetici kaprisinden bayılıp “Kırmızı Başlıklı Küçük Maydanoz Kız ve Hogatha'nın karşılaşma anı”na takılıp mobbinge maruz kalırken, bir gün seninle karşılaşacağımı ve bütün her şeyin anlamsızlaşacağını  tahmin bile edemezdim.

Şimdilik aklıma gelenler bu kadar… Hayatımdaki istatistiklere baktığımda onca sefil an’dan sonra sana olan aşkım ile duyduğum heyecan oranı tüm sarhoşluk gün ortalamamı geçmiş! Sen öyle apansız, sorgusuz ve ansızın girdin ki hayatıma ben bile nasıl olduğunu anlayamadım. Nasıl ve ne zaman aşık olmuştum bu kadar? Peki sen neden bu kadar düzgün bir adamdın. Niye böylesine adam gibi adamdın. Adam gibi adam olup üstüne beni aşık edip nasıl gitmeye kalkabildin. Ben bir Pazar günü Rumeli Kavağı’na doğru yol alırken seninle tanışıp, Rumeli Havası’nda Aşk’a tutulmuştum. Öyle bir aşk ki çocukluğumun geçtiği bisküvi kokan kentte kıtır ilk aşkımı, o aşkın saflığını hatırlatıyordun. Her kadının hayatında bir adet bay çokbilmiş olmalı, her kadın bir beyaz atlı prens bulmalı evet, ama sen hayallerimin de ötesindeydin. Kendi kendime sürekli soruyorum, hangi zaman diliminde hayatımdaki bütün mutlulukla ilgili sorularımın cevapları sen olmuştun. A...B...C...TÜM ŞIKLAR SENDİN...


Hatırlar mısın ben seni bir virüs gibi inceden yiyip bitirmeye başladığım günlerde bir gün sormuştun. “Ne istiyorsun benden? Nedir hayatla bu derdin” diye “Senden ne istiyorum?” deyip susmuştum. Suskunluk en kötü cevaptı haklısın ama ben cümle bile kuramayacak kadar kaybolmuş kendi içimde. Şimdi sorsan… “Seni yalnızca seni ve bir de seninle turta tadında hayat istiyorum… tatlı mı tatlı asla bayatlamayacak olanından” derdim.

Her şeyin bittiğini ve senin artık bir daha asla yanımda olmayacağını anladığımda tüm anlamlarım şaştı. Ayrılığın en makbulü en az söz söylenerek biteniymiş! Belki de bu yüzden sessizce eriyen bir mum gibi bitti her şey… Tek bir mesajla hem de 4 kelimeyle… “Ve sonunda terkediyorum seni!” dediğinde… Ben de senin bitirdiğin gibi bitiririm zannettim. Senden sonra yine bir sen bulurum zannettim. Ama yok. An’lar yok artık! İlk defa nedeni benim bir aşkın bitişinin ne yazık! Bitmek diye bir kelime yok. Yalan! “Bitmek" kelimesi yalandan, ucuz bir hikayenin baş kahramanıymış! Ben sen gidince anladım.

Şimdi ne mi? Bütün anlamlarım karıştı. Tarikat, şeriat, hakikat… Hangisi bendim hangisi sensin bilemediğim onca sefalet ve mahlukat… ne kadar nutella yesem, ne kadar arabesk dinlesem, ne kadar ağlasam içimde hiç geçmeyecek bir ağrıyla kalakaldım. Elimdeki boş nutella kavanozuna bakıyorum. Dibimi görüyorum. Televizyondaki jön adam bağırıyor
“Ayşe, ne olur dön geriye!” diye…

Herkesin bir ikinci şansı olmalı diye için için söylenirken ağlıyorum.

Keşke sen de dönsen geriye…

Geleceğime bakamıyorum. Geleceğime bakınca sadece seni yalnızca seni bir tek seni görmek istiyorum. Tüm umudumu hiçbir olasılığı kalmamış bu umuda bağlıyorum…

BEN SENİNLE KİLİTLİ KALDIM!

Saçlarından tuttuğum gibi ağzına kadar doldurduğum küvete başını sokuyorum.  O kadar büyük bir kafası var ki sular taşıyor.  Hiç de fark etmemişim bugüne dek!  Suyun içine kafasını sokunca ben çıkartana dek nefes alamayacak ama belki aklı başına gelir. Evet son çarem bu. Çünkü anlamıyor. Deniz Seki son şarkısında masum masum sevdiği adamı suya hapsettiğini söylesin, ben suyla boğmaya çalışıyorum. Ne de olsa herkesin olayları anlama şekli farklı!

Baktım iyice gidici, tekrar saçından çekip çıkarıyorum.
-Anladın mı şimdi diye soruyorum.
Hayır der gibi kafasını iki yana sallayınca,  lamı cimi yok! Tekrardan hoppaaa suya… Yine beklemeler… Yine bitmek bilmez saniyeler… Bu sefer anlamasını umarak tekrar çıkartıyorum.
-Son kez soruyorum bak bu sefer anlamalısın?

Yok yok yok! Tam man kafa çıktı. Hay şansıma ben...  Manavcının sözüne kanıp aldığım karpuz kelek çıkınca yaşadığım cinsten bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Man kafa evet man kafa… Hem de kafası büyük cinsten!

Pes ediyorum bırakıyorum. Derin derin nefes almaya çalışıyor. İkimizi de banyoya kilitledim bile. Yapacak bir şey yok. Bana ters ters bakıyor. Sonra duvarları titretecek cinsten bir tonla;
-Sen manyak mısın? Öldürecektin az daha beni, diyor.
Karşımda nasıl da sinirli sinirli duruyor. Aslında daha çok kendine kızıyor. Nereden çattım bu deli kadına diye. Yerde oturmuşum.  Çaresizlikten öleceğim. Bana bağıracağına, sarılması gerekiyor. O’nunsa yaptığına bak! Tam yine bağıracakken başlıyorum konuşmaya:
-Sen bir man kafasın. Bensizlik sana yarayacak mı al işte suya hapsettim seni. Al gördün suda nasıl oksijensiz kalınca çırpınan tavuğa benzedin. Bensiz de öyle olacaksın. Gör işte gör!

Karşımda dona kalmış oturuyor. Yüz mimikleri yumuşamışken, hala sinirli gözlerle bana bakıyor.
-Ben, ben, şey…
Böyle aşık gördü sanki hayatında… Oksijensiz beyinli, oksijensiz…
-Sus diyorum. Bir şey söyleme aman ne söylesen hep kızmaca hep bağırmaca…
İkimizde banyoda kilitliyken tripler atmak da her akıllının yapacağı bir şey değil ya!  Uzun süre sessiz kalıyoruz. O sessizlikte bütün geçmişimizi hatırlıyoruz.  Ayağa kalkıyor.  Kapının kilitli olduğunu bildiği halde elini kapının koluna atıyor, açmaya çalışıyor.
-Aç da gideyim artık. Bu son, dönüşü yok. Beni öldürsen olmayacak biliyorsun. Diyor.

İçim eziliyor. Tüm kalkanlarım eriyor o an.  Son nokta… Boğazıma düğümlenen kelimeler beni boğacak.  En son ne zaman ağladığını hatırlamayacak kadar ağlamayı sevmeyen ben! Gözlerimden iki damla yaş akıyor. Canım o kadar yanıyor ki.
Avucumda sakladığım anahtarı O’na uzatıyorum.
-Ben seni öldürmek için değil benimle yaşaman için yapmıştım. Ama şimdi sen beni öldürdün, şimdi hangimiz hangimizin Azrail’i olduk diyorum.

Gözlerimi kapıyorum. Elimdeki anahtarı alıyor. Kapının açılma sesini duymak istemiyorum, O’nun gidişini görmek de istemiyorum.

Ses yok. Sifon sesini duyuyorum.

Kafamı kaldırıyor. Gözlerimi sıkı sıkı yummuşum, gözlerimi açmaya korkuyorum. Kirpiklerimden çekiyor tıpkı sabahları uyandırdığı gibi…

“Ben seninle ne yapacağım ? Neydi o şarkı ha neydi ben sende…” diyor gülerek.

İlk defa gülüyor. İlk defa olmaz dediği şeyi yapıyor. Lafını ham yapıp yiyiyor.

“Ben sende tutuklu kaldım. Ama çevirelim o şarkıyı. Ben senle kilitli kaldım… “ diyorum…

SAKLAMBAÇ OYUNU

Uzun ömrümün koskoca bölümünü kaplayan koca kalpli adam… Onlarca insanın hazır ol da durduğu, herkesi titreten sertliğinin altında yatan yumuşacık kalbini bana gösteren sevgilim… 86 yıllık ömrümün 70 yılını seninle mühürlemek bir şanstı elbet!

Biz seninle devrilen onca yıllara rağmen hep dimdik kalmayı nasıl başardık? Cumhuriyetin ilk yıllarında umuttan başka hiçbir şeyi olmayan bir toplumun genç çocuklarıydık. İkimizde küçücük çocuk,  kocaman bir hayalin arkasından kimseyi dinlemeden koşup sadece birbirimize inandığımız için dev bir yaşam kurduk. Ah ben ne de şanslı hissediyorum, nasıl da müteşekkirim hayata bana sundukları için, bilemezsin… Kim böylesine bir aşk yaşayıp, birlikte kalabalıklaşacağı ve asla eksilmeyen bir saygıyı bulabilir ki benim gibi? Sen benim çocukluğum, gençliğim, yaşlılığımdın. Sen benim bitmek bilmez suallerime cevap verenim, ilk aldanışım, ilk mutluluğumdun. Hiç mutsuz olduk mu? Yok… Bu sorunun cevabına vereceğim şey sadece alaycı bir gülümseme… Ne saçma sual tadında bir sessizlik olur ancak!

Şimdi tam 25550 günden sonra sensiz geçirdiğim ilk gece bu! Çocuklar yan odada, torunlar yanlarında herkes uykuya daldı bile. Yok ben bu gece uyuyamam sensiz. Bu ağır geldi bak! İlk mutsuzluğum, sensiz ilk gecem... Tam 40 yıldır kulaklarımızın pasını silen gramofona elim uzanmıyor. Sensizlik zor zanaatmış. Halbuki bir gün ikimizden biri bunu yaşayacaktı, biz hep biliyorduk. Menekşe gözlüm dediğin kadının bak nasıl da yeşil yeşil ağlıyor. Gözlerinin gözlerimdeki mührünü atmak istiyor. Ama yok bundan sonra tüm dünya seninle dolu olacak. Hani bir akşam en keyifli vaktimiz olan kahve muhabbetimizde balkonda oturmuşken denize nazır şöyle demiştin:
-          Bir gün elbet ömür de bitecek.  Kim yalnız kalırsa söz verecek! Düşüneceğiz ki bir saklambaç oyunu oynuyoruz. Diğeri saklandı menekşe gözlüm ne dersin?
Gözlerine bakmıştım. Uzun uzun akşam esintisinin sesini dinlemiştik. Sonra kahvemden bir yudum almıştım:
-          Koskoca adamsın. Koskoca dev gibi bir adam! Asker adama yakışır mı saklambaç oynamak?
Gülmüştün. Ben anlamamıştım o zaman ama hissetmiştin demek ki ilk gidenin sen olacağını. Zaten bütün ömrümüz boyunca her şeyi ayarlayıp, düzenleyip öyle beni dahil ederdin. İstemezdin benim koşuşturmacalar, yeni başlangıçlar içerisinde kaybolmamı… Sen beni nasıl da iyi tanırdın.

Şimdi bir saklambaç oyunundayız dediğin gibi. Sen saklandın bir yerlere ama ben artık çok yaşlıyım sevgilim. Koşamıyorum hatta bastonsuz yürüyemiyorum bile. Saklandığın yerden çıkmanı  bekliyorum.
Biliyorum karşıma çıktığında yine bize bir cennet kurmuş, hazır bekliyor olacağını…

Ama korkma sevgilim ta ki o ana kadar ben de bekliyor olacağım seni…

Dilbilgimizde Yer Alan Bazı Kelimeler...

İnsan hayatındaki değişime ayak uydururur. Ama direnerek ama kabullenerek... Sonuç olarak değişimin getirdikleriyle kendisi de değişir. Bu nedenle geçmişte yaşadıklarını yani ESKİ BENin yaptıklarını görmezden gelip, YENİ bir BEN yaratmaya çalışır. Önemli olan sınırlardır...

Sınırlar! Dünyada ki her insanın yaşamında kendine ait sınırları vardır. Sırf bu nedenle belki de dilbilgimizde "SAYGI"  diye bir kelime yer almakta...Sınırları aşanlara saygısız denir. Sınırları aşıp hak ihlali yapanların durumu saygısızlık olarak adlandırılır. Ne yaşadığını unutan ve geçmişindeki olaylardan ders almayan, yeni benle çevresindekilere bilgelik taslayan zavallı mahlukatlara yönelik saygısızlık durumundan doğan ayrıca bir kelime daha bulunmaktadır. "KÜSTAH"... Dilbilgimizde küstah kelimesi kendisini çok büyük zanneden ve küçük beyniyle büyük laflar etmeye çalışanlar için çoğunlukla kullanılmaktadır.

Her insan mükemmeldir. Her insanın içinde mükemmel bir benlik vardır. Bu tartışılmaz bir gerçek de... Ama aynı zamanda her insan karmaşık bir bulmacadır. Soruları zor olan, akla hayale gelmeyecek kelimeleri içeren bir bulmaca! Karmaşık varlıklar olarak karşısındakini kendi gibi zanneden, kendi küçük penceresinden dünyayı seyre daldığına inananlar için dilbilgimizde yer alan bir diğer önemli kelime de "AHMAK"tır. Çünkü ancak ahmak olanlar herkesi kendi gibi zannedip, dünyayı küçük bir algı aralığından keşfetmeye çalışır.

Empati yeteneği muhteşem varlık olarak hepimize verilmiştir. Ama insanlar büyük yıkımlar, kaybedişlerden sonra empati yeteneğini kullanmayı öğrenir. Bu nedenle de dilbilgimiz yine bize yardımcı olur ve ya bu durumdaki insana ne denir diye düşünürken karşımıza "YALNIZ" kelimesini çıkarır. Çünkü saygısız, küstah, empati yeteneğinden yoksun insanlar yalnız kalmaya mahkumdur. Çünkü insan denen mahlukat kendisini çok seven bencil bir yaratıktır. Ve insan en çok kendine bencildir. Kendisini kendisinden koruması gerektiğini hep unutur!

İnsan ne kadar sınırları ihlal ederse, ne kadar kendinden uzaklaşıp insanları anlamaktan vazgeçerse o kadar yalnız kalır Sevmek bazen olayları çözmeye yetmez. Sevgi bu tarz zamanlarda çocukların yaramazlık yapınca arkalarına saklandıkları ebeveyn konumundadır. Bir noktaya kadar korur ama bir noktadan sonra yüzleşme anı geldiğinde tektir.
"Yalnızlık Allah'a mahsustur." diye bir cümle var ki nadide dilimizde sormayın gitsin....
Saçmalık!
Yalnızlık küstah, sınırları aşma hakkını kendinde bulanlara mahsustur.
Ve kaderlerinin karşı gelinemez sonucudur...

BENim KORUNAKLI ODAM!

Benim sahip olduğum ve bir zaman sonra kenara itip başka şeylerle ilgilendiğim hiçbir şeyi atmayı sevmiyorum. Onlar benim! Ve bu gerçek asla değişmeyecek bir gerçeklik... Küçükken oynadığı bütün oyuncakları saklayan bir kız çocuğu büyüyünce,  hayatında yer alan hiçbir şeyi paylaşamayan, severek aldığı ve eskittiği hiçbir kıyafeti veremeyen, sürekli aynı mekanlara gitmekten hoşlanan bir kadına dönüşür.

Belki de sırf bu yüzden ben  ne zaman saçımı yaptırmaya gitsem kuaför salonunda hep aynı sandalyeye oturuşum, hep aynı mekanlarda eğlenebilmem... Tanıdık gelen herşey kendimi güvende hissettiriyor. Büyük kavgalarla ayrıldığım erkekler, sessizce biten ilişkiler, unuttuklarım başka olana yol açmaya görsün o başka her ne ise gözüme gözükmesin istiyorum.

Şımarıklık, çok sahiplenme, saçmalık... Her ne ise neden, olsun önemi yok. Bu üç kelime içerisinde ben en çok sahiplenmeyi sevdim. Sahiplenmek ve sahiplenilmek güzeldir. Ben genel de şimdiki zamanda yaşarken elindekileri sahiplenemeyen, kıymetini bilmeyenlerdenim... Geçmiş zamana düşen her şey benim korunaklı odamda kilitlidir. Korunaklı odama kimse giremez. Kimse merak edemez. Kimse el süremez. "Tozdan ölecek içindekiler bir el atıp temizleyeyim!" diyenlere güvenmem. Odaları karıştırdımo yüzden yanlışlıkla girmeye çalıştım, kafam güzeldi diyenlere inanmam. Çünkü hiçbir gerekçeyi kabul edemeyecek kadar hassasımdır. Belki de asabiyetim sırf bu sebepledir. Benim için özel olana ihlal, karşı cezasını bulamayacak kadar büyük bir suçtur.

Benim korunaklı odamda bütün geçmişim, umutlarım, umutsuzluklarım her şey yer alır. İlkokula başladığım ilk günüm, küçük bir kızken babama duyduğum saplantılı aşkım, öylesine takıldığım aşklarım, uzun bir süremi kaplayan belirsizlerim, tutkuyla istediğim elde ettiğim mutluluklar, eskittiğim pabuçlarım, oyuncaklarım, gözyaşlarım, haribo şeker kutularım...
Benim korunaklı odama giren hiçbir eşyamı atamam, göz ardı edemem. Hayat hızlı bir devinim ben koşarken çabuk yorulanlardanım. Oyunlara kendimi kaptırırken, geride bıraktıklarımı unutabilirim ama onların korunaklı odamdaki var olma gerçeği hiçbir gerçeklikle yer değiştiremez.

Aslında herkesin bir korunaklı odası vardır. Ama benim ki biraz geniş bir oda ki içine sığdırdıklarım ve çeşitliliği biraz fazla...
Elbet kendimi en güçli hissettiğim anlarda Shera olarak kılıcımı alıp "Yeter artık süren doldu!" dediğim, ele alıp kesip biçtiğim ŞEYler var. Ama o şey'ler her ne ise itinayla kılıcımın keskin ucunda parçalara bölünür. Öyle ki o andan sonra kimseye hayrı dokunmayacak atıklara dönüşür.

Korunaklı odamın kapısı kilitlidir. Ama o odanın dış kapı koluna birinin el atmasıyla içerden birinin el atması arasında büyük bir fark bulunur. Sonuç kapının açılıp kapanması değildir. İçeriden bir elin o kapıyı açmasına engel olmam. Ama tam anlamıyla gitmesine izin verecek ölçüde de duygusal medeniyet çizgisinde değilimdir.

Yıllar önce her tarafı dağılmış bebeğimi "Artık hayır gelmez!" diye komşunun çocuğuna verince kendi ellerimle pişmam oluşumun yegane nedeni belki de bundan... Sonra bir ziyarette oynayacağım deyip parçalamamın nedeni ve tüm masumluğumla  parçalandı deyip ağlayışım...

Bazen insanın bir duygunun gerçekten var olma hali ile içggüdüsel isteğini, takılma ile takıntısınıı, gerçekten isteme ile istememe durumunu ayırd edemediği anları vardır... Ama bazen kalbin, beynin, mantığın, doğruyla yalanın karışması güzeldir. İnsanı dinç hisettirir. Belki de korunaklı odalar sırf bu nedenle hep var olmalı ve hep özel kalmalıdır. Belki de dönüp geçmişe bakmak ve vakti zamanında olan her şeyi bir kez daha hatırlamak soğuk duş etkisi yaratabilir... Geçmiş her zaman şimdiyi oluşturur. Ama korunaklı odam benim hep geleceğimde olması ve olmaması gerekenleri anlamamı sağlar...

Anlamak güzeldir...
Kirlenmek ihanettir...
Korunaklı oda özeldir...

MAYDANOZ HARİKALAR DİYARINDA...

Dün gece rüyamda resmen Alice Harikalar Diyarındaydım. Yani Maydanoz Harikalar Diyarı desem daha doğru olacak. Alice'in diyarında şapkacısı varsa benim de haute coutrecım olmaz mı? Tavşan desen otu çekmiş, bir dünya ortalıkta dolaşıyor. Sincap desen dişindeki tartardan muzdarip... Öyle garip, öyle harika bir diyardı. Susam Sokağı'ndan Kurabiye Canavarı ve Edi ile Büdü'yü de transfer etmişim... Oohh keyfime diyecek yok anlayacağınız.
Diyarımda yok yok... Votka şelaleleri, çikolatadan ojeler ki parmakları yala yala bitmiyor öyle muhteşem... İnsanların hepsinin kafası güzel. Diyarda gezerken votka içiyorum büyüyorum. Şarap içiyorum küçülüyorum. Kafa bir milyon tavşanın arkasından koşarken yoruluyorum. Büdü hemen ağzıma bir kaşık mesir macunu veriyor. Sıkıldım diyorum. Ki sürekli olağan seyrine dönünce her şey sıkılırım. Edi hemen "Aman Maydanoz ne sıkıntısı bak şimdi..." deyip bilumum şaklabanlıklarla beni güldürmesin...

Makjay yaparken lilyumdan allık fırçamla yanaklarımı pembeleştiriyorum, pamuk şekeri ile dudaklarımı boyuyorum, kahve tütsü çubuğu ile gözümü boyuyorum. Kıyafet istiyorum Bayan Makas hemen arkadam bitiveriyor.
"Bebeyim sen iste ne dikeyim? " diyor.
"Ne dikmesi yaratıcı ol, neden bütün kıyafetler dikilerek tasarlanmak zorunda bana yeniliklerle gel yoksa da jöle havuzunda kendini boğ!" diyorum.

Harikalar diyarımda resmen Belediye Başkanıgibiyim. Yok yok Başbakan gibiyim. İki elim arkada, seke seke asayişi kontrol ederken bir de ne göreyim. Taşların üzerine isimler, saçma saçma cümleler yazmışlar. Hem de iğrenç el yazılarıyla... Hem de benim harikalar diyarımda...
Başımdan aşağı o an sıcak şireler dökülmez mi? Hemen Kurabiye Canavarını görevlendiriyorum. Bu soysuz, ezik insanları bana bulun diyorum.

Bir saat sonra Fred Çakmaktaş'ın ünlü köpeği Dino'yu, gerçek hayattaki mahalle bakkalım Abuz'u, Hogatha'yı getiriyorlar.
"Önce Hogatha sen başla" diyorum.
Hogatha hayatımda hiç bu kadar ezik bakmıyor bana. "Ben diyor aslında Gargamel'i sevmiyorum.Evet kocam o. Ama taşın üstüne yazdığım ilkokul aşkım, O'nu unutamadığımı fark ettim." diyor.
"Yuh be kadın ölmek üzeresin ne ilkokul aşkı?" diyorum.
"Ne var benim hiç kalbim yok mu? Bıktım kötü olmaktan, benim de duygularım var" diyor. "hem ilk aşk asla unutulmazmış. Bunu anlamam için bütün libido kaynaklarımın ölmesini beklemem gerekiyormuş" diyor ve böğüre böğüre ağlıyor. Gözyaşları çamur gibi akıyor. Benim güzelim diyarımı çamura buluyor.
"Sus tamam ağlama. Yazmışssın yazacağını artık ne diyim? Malum seninle bir geçmişimizde var. Affediyorum ama bir daha yazma tamam mı?" diyorum.
"Tamam" diyor mutlulukla ve Allah'tan ortalık bataklığa dönmeden ağlamayı kesiyor.
"Eee sana ne demeli Dino bey. Hani şirindin, hani bilmiş bir köpektin. Taşa hiç küfür yazılır mı?" diye soruyorum.
Dino'nun rengi pembe değil sarı korkudan.
"Valla bıktım Maydanoz. fred'e küfrediyordum. Ben de sevilmek okşanmak istiyorum. Fred sürekli şişko bacaklarıyla tekmeliyor beni. Bıktım. Hayata karşı öfke doluyum. Aşık olacağım kadın tam taş kafalı ki taş devrinde bulamıyorum. Al beni yanına ..."
"Off burası Harikalar diyarı Dino. Burada sorun yok. Sorun istemiyorum. Sorun çıkaranın poposuna 50 şaplak cezası var. Çok konuşma. Küfür etmeni istemiyorum. Ayrıca tatmin olmadım. Bu nedenle sana 1 şişe votka içme cezası veriyorum. İç ve hayatao lumlu bakmayı öğren." diyorum. Sonra Kurabiye Canavarı'na dönüp "Alın bu ezilmiş zavallıyı, Maydanoz Bara götürün. Bu gece hesaplar benden." diyorum.
Sonra ters ters bizim bakkal Abuz'a bakıyorum.
"Sen sormadan başlayayayım. Senin alt katındaki manken kıza aşık oldum ama kız çok havalı. kaçırsam mı aşkımı gömnlüme mi gömsem bilemedim. geçenlerde genç bir delikanlıyla gördüm. Nasıl sinirlendim nasıl anlatamam. Ben de cesaret ne gezer ben de aşkımı taşlara yazdım."
Üzüldüm Abuz'a... "Bak Abuz, o kız değil kaşar bile değil resmen küflü tulum peyniri be! Sana kız mı yok. Sen buralarda takıl. Açık hava iyi gelir. Bir daha da benim taşlarıma dokunma valla alnını keserim." diyorum.
"Tamam çok sağol Maydanoz!" diyor. "Harbi kızmışsın valla. Sana gelecek taze sucuklardan 5 tane ayırcam. Hatırlat! " diyor.

Bu kadar görüşme beni yoruyor. Bütün taşa yazılan yazıların içgüdüsel nedeninin iyi kötü herkes için aşk ve sevilmek olduğunu öğrenmek içimi rahatlatıyor.Gerçekten birilerini sevmek istediğim ve adını taşlara yazma isteğim depreşiyor... Oturduğum yerde havanın ılık esintisiyle gözlerim kapanıyor....

Gözlerimi açtım. Hay aksi! Rüyaymış. Kalktım giyinip bakkala süt almaya gideyim dedim. Bakkal Abuz
- Ya abla sizin apartmanda bir hatun var. Çok güzel! demesin mi?
Kim o kız tahmin edin....

AŞK ACISI İLE YAPTIKLARIM

Bahar geldi. Polenler burnumu kaşındırırken, araba da Powerturk radyonun “paaa vııııııırrrrrrrtürk” jingle’ını dinlerken içim eziliyor. Benim gücüm kalmadı, dermanım bitti. “Bahar geldi, çiçekler açtı, kuşlar cıvıldadı.” geyiği var ki, duyunca içimin sinir kasları halay çekiyor,. Ben acımdan ölürken, tüm hücrelerim “bir teselli ver” tadında, Müslüm Gürses fanatiği gibi yaşarken sığacak bir yer bulamıyorum.

Arabada sesini açtığım radyoda bir “pawııırrrrrr” bir de “ilaç gibi..” sözlerinden oluşan jingle sözlerini bir araya getirerek kendime bir detoks hazırlamak istiyorum. Güç kazanacağım, ilaç gibi gelecek bir şeyler, o şey ne ise ihtiyacım var. Evet yoksa havada görünmeyen bu polenleri kovalayan, İBB’nin yollara tonlarca para harcayıp ektiği bütün çiçekleri yolan, evde boş nutella kavanozları müzesi açan ve pislikten komşuları tarafından polise şikayet edilen bir kadın olacağım. Hoş ben üst kattakiler ses çıkarınca polise şikayet etmiyorum, dolayısıyla böyle bir şey yaptıklarında valla yelloz bir insan olarak elime maşamı alıp kapılarına dayanırım ya! Ama yok… İçim ne kimseye dil uzatmak, ne kavga etmek istiyor. Sanırım dünyam karardı…

Ayrılık acısını çekmek değil altında ezilmek benimkisi. Ölecek gibiyim. Her bir şarkı da gözlerim doluyor. Sporda koşu bandında ölecek gibi koşarken, yağlarımın bile bana acıdıkları için eriyemediklerini hissedip ağlayasım geliyor. Gerisini siz düşünün… O’nu unutmak için neler yaptım, hiçbir işe yaramadı. Çevremdeki naçizane önerileri uygulamaktan maymuna döndüm. Bir zamanlar ne havalı, artist gibi kadındım bir aşık oldum resmen maymuna döndüm. Evet özet cümlesi bu tüm hikayenin!

Ayrılık acımı atmak için denediğim tüm yollar çıkmaz sokak çıktı. Neler mi?

  • Yak Bütün Fotoğrafları
Tarkan’ın şu kırıta kırıta söylediği yak bütün fotoğrafları şarkısını ayin müziğim yaptım. Mumları yaktım. Bir rulo tuvalet kağıdını yanı başıma koydum. Bir şişe şarabı da alıp yere oturdum. Tüm eşyalarını yığdım. Tek tek kestim. Sonra teneke kutunun içine koydum. Sırayla ve büyük bir sabırla… Keserken içimdeki bütün O’na dair umutlarımı da dibinden kestim sanki! Sonra kalktım sokağımın dibindeki parka gidip tenekenin içindekileri bir güzel yaktım.
İçim rahatladı. Ipodum dan bir ses “Unutursun için yana yana!” derken ağlamaya başladım… Sanırım hiç bu kadar utanmadan en son çocukken ağlamıştım…

  • İçmişim Başım Dönüyor, Atlı Karınca Tipler Çevremde Dans Ediyor!
Gözlerimin üstüne patates koydular. Şişi inermiş. Sonra duşa sokup mecburiyetten yıkadılar. Akladılar pakladılar. Bizim kadınlar kulübü üyelerinin biri saçımı tarıyor, biri giyeceğim iç çamaşırına kadar seçiyor. Sonunda içi kırık dışı yamalı bir Maydanoz olarak kendimizi şehrin en iyi gece kulübüne attık. Ortam şahane… Eskiden olsa ağzım açık bakakalırdım. O’na bin basan tipler çevremde… Ama yok kimse o değil! Shut 1, Shut 2, Shut 3 derken içkileri devirdik. Gözüm kimseyi görmüyor. Yanımdaki yakışıklının yüzü iki tane… Kafam o kadar iyiymiş ki “ Ne romantik adamsın seni her yerde göreyim diye iki tane kafan var. Senden iyisini bulamam!” deyip sarılmışım. Sonra tam öpecekken yere kapaklanıp “Dün gece hiç tanımadığım bir erkeğe sırf sana benziyor diye…” şarkısını söyleyerek yerden uzun süre kalkmamışım. Sonuç ne mi! Ertesi gün hem kalp hem de mide, kafa, diz ağrısı…

  • Aşk Acısı Partisi!
İçim şişti düşünmekten. Bunun üzerine Bonibon madem öyle “Aşk Acısı Partisi” yapalım dedi. Kandım. Benim gibileri görürsem iyi olurum zannettim. Bir hummalı çalışma O’nu Bu’nu aramaca… Bir sürü tanımadık, benim gibi aşk acısı çekenler bir araya geldik. Herkes anlatıyor. Onlar anlattıkça ben daha çok ağlamaya başladım. Bazılarının sevgilileri çok öküzmüş, bazıları gerçekten kazmaları adam sanmış. Sıra bana gelince utandım. O’nun yaptıklarını ve benim yaptıklarımı anlatınca herkes “Salakmışsın çek cezanı!” tadında bakınca kavga çıkarttım. Kendi düzenlediğim partiden kovuldum. Sokakta öyle yalnız kalınca, kalbim daha da ağırlaşmış bir şekilde eve koşup, evlatlığım Pipi’me sarıldım…
 
En sonunda kabullendim. Acılı aşk şarkılarının hepsi bana yazılmış, çikolata regl dönemi için değil ayrılık acısı çekenler için üretilmiş, bu dünyada tuvalette değil ağlarken gözünü silmek için tuvalet kağıdı tasarlanmış… Evet O gitti… Ama ben neler öğrendim neler! Radyo programlarındaki salak dj’lere saygı duyan, telefonla arayıp istekte bulunan ve asla dinlemeyeceğini bildiği eski sevgilisine armağan eden bir EMO oldum.

Tüm yöntemler ve çabalar boşa… Acıyı taşıma zamanı var. İnsanın kalbinin de bir dayanma noktası var. Bu ayrılık acısı geçene dek beklemekten başka çarem yok biliyorum. Bu nedenle yine de ağlamayı unutmuş benle, ağlarken çok hıçkırıyorum diye dalga geçen dostlarımı ve yeni beni seviyorum. İki tek atınca sarhoş olan beni seviyorum. Ayrılık acısı çeken beni, çekmeyen yelloz benden daha çok sevdiğimi fark ettim. Çünkü tüm dünyaya korkulu ve ıslak gözlerle, bir çocuk hassaslığında bakmanın da tadı ayrı…
Paa wıır ..... İlaç gibi... İkisi bir adına ne denir? Mu-ci-ze...