27 Aralık 2011 Salı

Bir Yılı Daha Devirirken...Neler Oldu Neler...

Malumunuz Maydanoz Kız olarak sizlerle geçen 1 yıllık tanışıklığımda ilk yazımdan son yazıma bir yılı geride bıraktık. Geçen zaman içerisinde Beyoğlu Barlar Birliği eve resmi yazı göndermiş. Barlardaki kişi başı alkol tüketme oranını aştığım için ödül törenine davet ediyorlar. Diğer tüketimler konusunda ser verip sır vermiyorum bilesiniz! Düşündüm de ohoooo kaç shut'un dibini vurdum, kaçınızın hikayesini kaleme aldım ben bile hatırlamıyorum. Ama bildiğim birşey varsa o da anlar güzel...Ve 2011 yılı benim için avucumdan bıraktığım özgürce dolanan bir kuş misali binlerce anı toparlayıp, Noel Anne gibi (ee kadın olarak Noel Anne oldum) sırtıma yüklediğim poşetimi doldurarak geçti.
Barda şık olan kadınlarım, ayrılık acısı çekenlere yönelik acil paketlerim, mutluluk uçucudur o yüzden 404 uhuyu asla yanınızdan ayırmayın gibi nasihatlarımın yerini dolduracak başka güzel kelimeler yoktur 2011 yılı için. Şimdi buradan onlarca kadın ve erkeğin hikayesine atıfta bulunduğum sizlere Küçük Beyinli Maydanoz Kız olarak son dokunaklı önerilerim:

-Hayallerin Yıkılsa da Sen Hep Asil Kal Bebeğim!
Binbir emek giyinip kuşanıp gittiğin iş görüşmesinde kapı duvar red yemiş olabilirsin. Üstüne üstlük tüm yıl boyu gece ve gündüz gezmeleri, saçma partiler, sabaha kadar dağıtmalar, romantik komedi filmlerdeki mutlu sonlara kanıp kendi aşk hikayeni yazmak isterken toslamış da olabilirsin. Ama boşver gitsin! Hayallerin çöp olup gitse de unutma ki onları sen yarattın. Üstün yaratıcılığın sana 2012 de başka hayaller de kuruduracaktır. İyisi mi 2011 hayallerin yıkılsa da sen hep asil kal bebeğim!

-Eski Aşklar Mezarlığı Doldu Haberin Ola!
Kendini semazen gösterilerinin ardından sokağa attın olmadı, gittin partiler düzenledin çıplak ayak üşütüp hasta yataklara düşersem gelir dedin olmadı. Gittin sarhoşluğun dibine vurmuşken iki kafalı gördüğün adamları öptün yine olmadı. Her seferinde yeni adamlar, yeni senaryolarla çıktın kendi yaşam sahnene. Ama bil ki kendini hep o man kafayı unutmak için kanalize edersen hep çürük adamları yada kadınları bulursun. Bir aşkı unutmak isterken bir bakıyorsun ki bin olmuş. Çok adam hiç adamdır, çok kadın hiç kadındır. Ha bir de kötü haber. Şu ahir ömründe 2011 yılı içinde eski aşklar mezarlığının kapasitesini doldurdun. İyisi mi 2012 de bir adam yada kadın bul. Tam olsun! Ve asla kendi içinde O dediğin kalp asalağını öldüreceğim derken kendini parçalara ayırma. Malum yer kalmadı...

-Keyifli Vakitler Tam Gaz!
Maydanoz İstatistik Kurumunun senin için yapmış olduğu 2011 yılı gezme araştırmasına göre yeterli oranda keyfince, mutluluk dozajını aşacağın kadar gezmemişsin. Ortalamanın altındasın haberin olsun. 2012 yılı hedefinde gece gezmelerinde İstanbul'un çılgın yaşamına, spesiyal organizasyonlarına katılmaya , evde pijama-tv ikilisine devam...

-Maskeler Unutulmasın...
Ben ne dedim sana... Ben ne dedim... Bir kadın makyajı akacak diye asla ortam içinde ağlamamalı! Güzelliğinden ödün verip ördek surata dönüşmemeli. Ne o öyle yanardağ patlaması gibi iki tek atınca gözlerde sulanma ve kaşınma belirtileri.... Üstüne waterproof yazılı rimel de kullanmadan çıkınca rezalet! Ne yapıyorduk maskeleri asla unutmuyorduk. Ne de olsa 15 milyona yakın insanın yaşadığı metropolde maskeleri taka taka herkes sahteleşti. Ama sen sahteleşme sadece güzelliğinden ödün vermemek için dik kal, diri kal!

Özel Not:
Bu da benim kendi adıma naçizane 2012 dileğim:

-Mahallede ki Bakkalım Çöpçatanlığı Bıraksın

Hani şu FatmaKaranfil'in suçu ne de ki kıvırcık, kaypak eski aşık var ya... Bizim mahallemize taşındı taşınalı ben ne zaman mahallemizin bakkalına gitsem adamın yalnızlığından, herkes gibi damacana su yerine 5 lt.lik su alışından söz ediyor. Bir de bana evde kaldın aklını kullan adam bölüm başına benim yıllık gelirim kadar kazanıyor bakışı da atmaz mı? Yetti gayrı... Mahalle deki bakkalım 2012 yılında çöpçatanlığı bıraksın. Benimde başımdaki bu laf kalabalığı son bulsun. Kapıcım, evimdeki evlatlık kedim Pipim, dostlarım, aşklarım ( ee benim de oluyor arada sadece siz değil ya!) ee bir de sizlerin hikayesi derken hayatım zaten yeteri kadar dolu! Bir de onu çekemeyeceğim hıh!

Sonuç ne mi? İyi ki varsınız, arada attığınız güzel notlarınız var. Ee bunu yazmışsın bir de bunu yazsaydın Yarım Akıllı Maydanoz Kız diyenleriniz var.

Ne diyeyim başka?.2012 de beni izlemeye devam edin...

Mesaj Kutumu Dolduranlar...

İçimde feci şekilde Amy rüzgarı dalgalanıyor. Nasılmış Maydanoz Kız diye sormayın çok fenayım. Sabah uyanırken sevgili kediciğim Pipi'nin evde olduğunu uyku haliyle unutup aniden yataktan fırladım. Rüyamda beni kovalayan gansterler mutfağı bastı zannettim. Gerçekle rüyalarım, hayaller ile aslolanlarım feci şekilde birbirine girmiş durumdayken Pipi'nin döküp yıktığı ortalığı temizlemeye koyuldum. Dilimde Amy'nin Rehab şarkısı...
Yastık izli suratım, tavus kuşu saçım, pompiş ( burdan bu kelimeyi nadide dilimize kazandırmış Hilal ablamızı saygıyla selamlarım!) sabahlığım ile  tam rehabilitasyonluğum. Halbuki dün gece yeni aldığım siyah sırt dekolteli elbisem, vak saçlarım, hokka burnum, bal dudaklarım ile öyle miydim? Resmen bir afetken şimcik halime bakın...
Güzel olduğum veya güzel hissettiğim biraz da içkiyi fazla kaçırdığım gecelerin sonunda akmış bir rimel, çökmüş göz altlarım ve sigara kokusu sinmiş bir bedenle uyanmak beni içim içim yıkıyor. Neden biz kadınlar 24 saat taze kokuları sürünmüş, muhteşem bir makyajla kalamıyoruz. Filmlerdeki artistler sabah uyanınca hala güzelken ben neden çirkin oluyorum Allah'ım?

Mutfağımı temizlerken Pipi'mle anlaşma yaptım. Zaten hayatıma çektiğim man kafalı erkekler yeterken ruhumu, hayatımı dağıtanların arkasından sürekli bir temizlik halindeyken, bir de evde erkek cinsiyetinin son zıpır numarası Pipi'nin dağınıklığını toparlamak ağır geliyor.
-Ya sen yola gelirsin. Yola getirdiğim ilk erkek olma ödülünü sana veririm ya da seni valla mahallenin kasabına götürcem bedavadan kıyma diye dağıtsın dedim.
Suratıma tıpkı anlamlı şeyler söylemeye çalışırken boş boş bakan tencere dibim kara seninki benden kara ruhlu adamların baktığı gibi bakmaz mı? En sonunda Pipimi adam etmekten de vazgeçtim. Yok ben herşeyden vazgeçip Saba Tümerimin çılgın kahkahaları ile kendime geleyim deyip televizyonu açtım. Bence Saba Tümerin içine dokununca gülen bebeklere konan pil kaçmış. Hatuna bir kelime söyleme hatasında bulunan herkes yaklaşık 10-15 saniye gülmesini bekliyor. Zapladım, zupladım, zıpladım en sonunda kahvaltı niyetine kendime güzel bir türk kahvesi yapıp  yanına da vişne likörümden küçük bir bardağa koyup maske yapayım dedim. Ben miyim maske yapmayı deneyen. Suratım derken saçım, boynum her yerime bulaştı. Bir gözüm telefonda dün gecenin izlerini taşıyan bir mesaj, ne biliyim tek çalımlık bir çaldırmaya bile razıyken...

Bendeniz Maydanoz, her daim Manukyan Hanımın hiç susmayan telefonları gibi telefonum zır zır çalarken bu sabah ölüm sessizliğine büründü. Ben bu ertesi gün ölüm sessizliği modunu çok iyi bilirim cicim. Adamın içine pişmanlık tohumu kaçmış, nefes borusunu tıkamış, dilini yutturmuş bu nedenle tek kelime laf edemiyor. Ya da bu kadar kötü, pesimistik, nevrotik olmaya ne gerek var. Belki de hala uyuyordur. Ya da bir arkadaşı mide kanaması geçirmiştir beni bırakır bırakmaz da aramıştır bizimkini. Hala hastanededir. Yazıkkk! Ya da o mide kanaması geçirmiştir de karizmayı ilk günden elden bırakmayayım diye ses etmiyordur. Amannn... İçim tam şişti patlıycam derken pat bir mesaj sesi. Allahım yüzümdeki maskenin her yere bulaşmasının, sabahtan beri gözümü diktiğim sessiz telefonumun, Saba Tümer'in kulak cırmalayan kahkahasının hatta Pipimin bütün yaramazlıklarının bende bıraktığı gergin haller bir anda silindi. Elimle yavaşça telefonumu aldım. Muzur bir ifadeyle mesaj kutumu açtım.
Derin bir nefes.... Pilates hocamın öğrettiği gibi... Tüm ruhu bedeni oksijen dolduracak cinsten...Çünkü...
Mesaj kutumu dolduran Zortlatcaz Sizi Hadi Benden Para İsteyin "H-er S-açmalık B-izde C-anım!" bankasından bir mesaj.... Yok yeni yıla girerken parasız mı gireymişim. Sana ne arkadaşım.... Sabahın köründe sana ne?

Hayat böyle işte... Ne beklerken ne umuyor insan...

Olsun... Ne olursa olsun bizim havamız hep güzel olsun....

P.s. Bu yazı Bayan Sweetsins için...

6 Aralık 2011 Salı

Diji-tal Diji-Kal

Bugün çok sevdiğim kadim dostum ile çikolata şelaleli kafede sıcak çikolatalarımızı yudumlarken;
-Ee Maydanoz güzeli ne zaman kendini afişe edeceksin? diye sormaz mı...
Çikolatanın tadından mest olmuşken derin bir felsefeye girecek hali kendimde bulamadım. Haleti ruhiyem de zati biraz sonbahar kılıklı iken döküverilir diye yapraklarım sustum kaldım. Muhabbet, reklam dünyası, dedikodu günceleri derken yine bir iş gününü önemli meselelere ayırmanın derin gururu içerisinde evimin yolunu tuttum. Nişantaşının tozlu sokakları kokoşlarla doluyken, rüzgarın esmesiyle güzelim parfüm kokuları uçup kaybolmaya yüz tutarken, bende evimin yolunu tutturdum.

Mahallenin bakkalı mini eteğime ters ters bakıp:
- İyi akşamlar kızım, hava soğuk demez mi?
Tövbemi çekip ağzımdaki çikolata tadını bozmadan hedefe ulaşamaya çalışan askerler gibi cici evime geldim.

Evimin renkli ambiyansını tarçın kokulu çayımla şereflendirirken, bir yandan acılı Cemile ile herkes yaşlansa da hep çocuk kalan Osman'cığın hikayesini seyre daldım. Aklımda hala aynı soru! Kendimi ne zaman afişe edeceğim. Hayatta insanın en büyük yenilgisi kendi egosuna karşı olandır. Ben meraklı, cadaloz, kırılgan, sıkılgan, kimi zaman hoppa kız Gülşen Bubikoğlu kimi zaman köylü kızı Fatma Girik olan kolaj ruhumla zamanın seyrine kendimi bırakmışken kime niye kendimi göstereyim ki!

Gözüm kahve telvesi, saçım süpürge teli, boyum yedi cüce boyu, tenim falcı bacı ten rengi diyelim...

Tarçın zihnimi açarken Osman'ın kısa pantalonunu sevdiğimi fark ettim. Gözüm televizyonda şu Kaptan Ali'yi kaptanların yüz karası olduğu için öldüresim varken zihnimin gerilerinden bir ses:
-Hırsızsın Maydanoz hem de ne hırsız... Kurmaca düzmece yazılar, etraftakilerden toplama hikayeleri çarpuk çurpuk anlatmalar! Mahallenin yüz karasısın mini etekli Maydanoz diye söyleniyor.

Şimdi itiraf ediyorum. Ve ilk defa kendime ait birşeyden bahsediyorum. Digitürk'ü seviyorum. Digi Digi Digi jingle'ı toplantılarımda aklıma gelmiyor değil... Küçükken hep bir kahraman olmak isterdim ve allahıma bin şükür bir savaş meydanında değil siber meydan da digital kahramancılık oynamaya başladım. Çünkü sanallık; aşkta, işte, dostlukta yani herşeyin  salt öz ve gerçekliğe sahip olması gereken noktalar hariç ilk defa işe yarıyor. Sanallık özgür olma isteği ile kendini keşfetmeye adamış beni uçuruyor. Zaten bir sanallık bir de Redbul uçuruyor ya!

Sanal bir beyne sahip olmadan, zihinsel olarak neden-sonuç ilişkileri kurmayı hiç beceremeyen ben sadece bir duygunun, durumun var olma halini seviyorum. Kendimi var edip fotocuklarımı yayınlamak sırf bu nedenden ötürü adrenalin miktarımda hiç bir artış sağlamıyor.

Bütün güzel duygular, hayatın heyecanına dımdızlak atlayanlar, çevremdeki onlarca çılgın insanın cesurca yaşadığı duygular, arada sürpriz mutluluklar ve mutsuzluklar... İşte bu benim. Yoldan yürürken önüne bakanlardanım. Tıpkı birçoğunuzun yaptığı gibi... Belki de ayakkabılarımın hareket ederken ki kıvrımları ile arnavut kaldırımları yerine çevreme baksam tıpkı benim gibi milyonluk bu şehirde milyon tane Maydanoz göreceğim.

Osmancık televizyonda çocukların uyku vakti sinyaline inat hala oyunculuk oynarken,arkadaşımın sorusunu bulmanın rahatlığını yaşıyorum. Cevaplar zihnime daktilo ile yazılıyor. Son noktayı koyduğum anda arkadaşımı arıyorum:
- Biliyormusun sorunun cevabını buldum diyorum. Ben digi-taldim bu yüzden hep digi-kalcam.
- Delisin trend bu değil diyor...

Olsun. Trendler geçici olsun... Ama ne olursa olsun sizin havanız hep güzel olsun....

5 Aralık 2011 Pazartesi

Masallar ve İnsanlar

Çocukken Külkedisi yada Pamuk Prenses masallarıyla büyüyen kadınların ortak kaderi hayatları boyunca yaşayacakları her olayın tıpkı masallardaki gibi mutlu sonla bitmesini istemeleridir. Nedendir bilinmez ama mutlu sonla biten bir masal, daha önce yaşanmış ve canı acıtmış bin mutsuz masalı anında silecek güce sahiptir. Belki de sırf bu yüzden masalları çok severim. 

Kendini bir düşün içerisine saklayıp, pamuk şekeri kıvamında hayata tutunmaya çalışan ve ufacık bir su değmesi ile erimeye yüz tutabilecek kadınlara sesleniyorum. Çıkın kendinizi kaptırdığınız jöle kıvamı hayatlardan... Hayat ne yazık ki masal kıvamında yaşanmayacak kadar çok parazit ile doluyken, sahip olduğunuz ve olmak istediğiniz her şeyi materyalist bir tavırla masallar ve gerçekler diye ikiye ayırmanız gerekiyor. Çünkü kadınlar böyledir... Gerçekler ancak ve ancak sizin içinizi eritmeye başladığı noktada ortaya çıkar. O noktada da zaten masal ile gerçek, hayal ile rüya, iyi ile kötü, mutlu ile mutsuz, prens ile kurt, yedi cüce ile pamuk prenses ve daha niceleri birbirine karışır.

Masallarla büyümüş, hala başucunda masal kitabı bulunduran çocuk kadınlardan biri olarak kötü dünya meselelerimin, geçmiş kötü deneyimlerimin mutlu sonla biten bir masalla temizleneceği inancındayım. Yok ben akıllanamayanlardandım. Olamayacak duaya amin diyen, yağmur yağmaz deyip stiletto ile dışarı çıkıp üşüten, iki tek atınca dünyayı umursamayandım. Sonra çocukluğuma döndüm ve arındım. Masallara tutundum.Çocuk kalbimin kadın bedeni ile buluştuğu noktada masallar benim yaşama açılan, hayalgücümü arttıran, dünyamı aydınlatan anahtarı oldu. 

Çünkü her insan içinde bir masalı barındırır nihayetinde. Bir insanı tanımak bir masalı okumaya benzer. Ne bir çırpıda bitirircesine hızla okuyacaksın. Ne de öyle ağır aheste uzun zaman aralıkları ile ele alacaksın. Çünkü masallar akıcıdır tıpkı yaşam gibi... 

Zamanı doğru kullanmak gerekir, okurken bir masalı ve bir insanı. Çünkü masallar da insanlar gibi özen ister karşısındakinden. Özenle ve dikkatle okuyacaksın. Kafan karışıksa, başka bir meseleye takıldıysa aklın ve hala elinde tutmaya çalışıyorsan okumak için bir masalı... Yanlış yoldasın.  Çünkü masallar da insanlar gibi hislidir. Kendisine yoğunlaşmadığını ve başka başka noktalarla eş zamanda onu da bir kenarda tuttuğunu hissettiği anda kapatır kendisini... Tıpkı insanlar gibi... Sense anladığını sanırsın. basit olay örüntüleri üzerinden gerçeği asla bilmeyerek, suyun üstünden altını görmeyi umarak... 

Masal okumak yetenek gerektiren bir mevzu değildir belki ama bir insanı okumak çokça doğru anı yakalamakla ilintilidir. Sihir kendi hızında ilerleyen iki kişi arasındaki olaylar akışında an'ı yakalayabilmektir. Ve kadınlar hani şu Külkedisi ve Pamuk Prenses masallarıyla büyüyen kadınlar sihri görmediği anda kaçmaya yeltenir. Çünkü masallar sihirle bulanmış olaylar örüntüsüdür.

P.S. Sahi mutlu son ne demek?
       

Masallar ve insanlar....  

Ne demiştim... Bir insanı tanımak bir masalı okumak gibidir. Ne hızla okuyacaksın bir çırpıda ne de ağır aheste  okuyacaksın dikkatsiz bir edayla...

27 Ekim 2011 Perşembe

Mitoz Bölünme...

Dünyada iki aşk arasında kaldığını iddia eden ya da birini sağ yanından seviyorum ama diğeri de çok tatlı onu da sol yanından diyen yüzlerce insan vardır. Buna kafa yoran şairler, yazarlar hatta ekşi sözlükçüler bile... Aşkı teke, çifte, üçlüye, dörtlüye çevirenler de çabası...

Ama ben bunların hepsini koca bir hiç olarak görüyorum. Bir insanın kalbi mitoz bölünme yaşayabilecek kadar esnek, kesilse kan akıtmayacak cinsten  karaktersizce tasarlanmadı. Yüreğim kocaman diyen insanların kalbinin ucunda mutlaka bir delik vardır ve oradan sızma yapıyordur.

Bana gözlerime bakıp aşık olduğunu sesli hiç söylemedi. Sessiz ise yüzlerce kez...Elinin avucumda terleyişinden anladım. Gözlerini yere indirdiğinde, suç işlemiş çocuk gibi bana baktığında beni özlediğini görmemek için aptal olmak gerekiyordu. Ben onun kadar aptal olamadım. Bana bakarken ve elimi gizlice tutarken  adrenalin seviyesindeki artışın, libidolarının halaya kalkışı ile mutluluk duygusunun onu çevrelediğine eminim. Bunu görmemek için kör olmak lazımdı. Ben onun kadar kör olamadım.

Bazıları kör bir kuyuya atılmış taşı merak edip, kuyudan o taşı çıkarmanın yollarını arar. Bazıları hayatın ona sunduğu lezzetleri memnuniyetle karşılar. Bazıları öyle çok sevmiştir ki bir daha asla deyip kendi içine kapanır, bazıları ise çok sevildiğini bilse de aşk adı altında kalpleri çalarak maceraya bulaşır. Ben onu hep hüzün dolu bakışlarıyla bana bakan yeni yetme bir delikanlı gibi zihnimde tutacağım. Çünkü ergenlik seviyesinde alfabedeki bir harfi söylerken sesi titreyen takıntılı sevdalar, şarkılar, bilmecelerle kendini avutan bir yarı çocuk yarı adam o...

İnsan ne yaşar ne yaşamaz! İnsan ne yaşarsa yaşasın, sonu belli olan anları da vardır hayatın. Yine de bir umut işte belki önüne konan yemeği yemek yerine kuyuya kafasını daldıran olur benim gibi diye bir umutla dalarsın yaşam anına... İki DNA'sı ayrı insanın tek bir duyguda birleştiği ana aşk denir. İki ayrı parmak izine sahip tek bir hisle birbirine bakabilen insana ise aşık!

Biz onunla asla aşık olan iki insan olamayacağız. Çünkü ben ne kadar açık olursam olayım söylenmeyen sözlerin, gizlenen isteklerin  ardına gizlenen kayıp bir adam O.. Benim aşk dediğime o da aşk derken macerayı kastettiğini anlamam zaman aldı. Kayıp bir insanı çözmek zaman alır. Bazıları böyledir işte! Ne aşktır, ne sevgi ne de başka bir duygu... Sadece ister ve istenmek ister. Sorsan aşk der, sevgi der. Ama asla tam anlamıyla en derininde hissedecek kadar koy vermez kendini. Öyle iyi oyuncudur ki baktığında deli aşık, dürüst adam, sonsuz bir sevda delisi dersin. Ama içinde derin, karanlık, yalnız bir adam vardır. Çünkü çok kadın hiç kadındır. Ve insan kalbi asla iki kişilik değildir. İki kişinin de kalbimdeki yeri ayrı diyen ruhsal bir mastürbasyonun oyuncağı olarak kaybetmeye meyillidir kendini... Çünkü çok hisseden aslında en derinde karanlık bir odayı doldurmaya çalışıp, dolduramayan yorgun bir işçidir.

Ne ergen sevgilisini seviyordu... Ne de bana aşıktı. Aşk bendim, sevgi O'ydu. Ben tutkuydum. O ise bazen annecilik, bazen sevgilicilik, bazen kadıncılık oynayan zavallı bir çocuktu. Kırılmasını istemeyecek kadar seviyordu. Bir çocuğu sever gibi seviyordu, hastalanınca kendisine bakmasını isteyecekti aslında resmen annesinin yerine koyacaktı. Tıpkı Freud'un dediği gibi.... Annesine aşık olan erkekler, annesine benzer kadınları hayatına alır sonra da onları aldatır... Küçük çocuk sevdalısının büyük düşleri vardı. Pembe pancurlu bir evleri olacaktı. Resim defterine eskizlerini çizdiği, boyama kitaplarında pratik yapıp sonra o resmi boyadığı bir ev... Camlar şekerden olacaktı hatta öyle ki O'nu alıp pamuk şekeriyle sarmalayacaktı. Küçük çocuk anlattıkça dinliyor, dinledikçe büyüleniyordu.

Bazen çocuk sevdalar yaraları iyileştirmek için merhem gibi gelebilir. Bazı insanlar için bu kadardır. Çitin gerisindeki hayat önemsizdir. keşke öyle bir insan olabilseydim. Keşke salaklaşacak kadar bir adamı annem gibi sevebilmeyi öğrenseydim. Ben ben olarak ancak var olduğum sürece aşk olabilirim... Çünkü karakterini yitirmiş  sırf karşısındaki için dönüşen bir insan sıfatsızdır. Ben hep sıfatlara sahip olmak istedim...

İki kişi arasında kaldığını iddia eden bir insan aslında kendi içinde kaybolmuş demektir. Ne çocuk sevgisiyle onu sarmalayan kız çocuğu bir gün Ona yetebilir. Ne de tutkuyla özdeşleştirdiği üçüncü tekil şahıs... Macerayı "pure love" olarak yaşadığını düşünen ve bunu hala fark etmeden yaşayıp, karmaşık duygularla kendine bile kızarak yaşayan insanlara sahip olmak güçtür. Çünkü kendi içinde kaybolmuş insanların her zaman ardına saklandıkları kişiler, bahaneler, planlar, sanal hayaller,  duygular, sözler, kelimeler, tepkiler, şarkılar, bakışlar, şiirler, dokunuşlar, yalanlar, doğrular ama en çok asla gerçekliğini anlayamayacağınız anıları vardır. Ve en kötüsü de o anıların yarısının sizin olmasıdır...

Sonuç olarak bir erkek iki kadına birden aşık olduğunu söylüyorsa bu koca bir yalandır. Ya birini seviyor diğerini macera olarak görüyordur. Ya da ikisini hatta kendisini bile sevemeyecek kadar kayıptır... Ya mitoz bölünecektir ya da kendi içindeki o kayıp adamı imha edene kadar kimsenin hayatına gasp etmeyecektir...

Ya sonsuz olacaktır ya da hiç olmaya mahkum kalacaktır...

22 Ekim 2011 Cumartesi

Gel bir oyun oynayalım seninle...

Dünyanın en geveze insanı olan ben, konuşmaktan aciz konu sen olunca! Bu öyle çözülmesi zor bir düğüm ki, elime ne zaman alsam içim bulanıyor.
Dünyanın en derin insanı olan ben, sığlaşıyorum konu sen olunca! Bu öyle anlaşılması zor bir durum ki ben derinleşince kaybolmaktan korkuyorum.

Dünyanın en trajik, en dramatik olayı değil aslında! Hayatı o kadar zorlaştırıp yaşarsam nefes bile alamam. Ama sokakta tanımadığım birini çevirip ikimizi anlatsam iyi bir romantik komedi senaryosu çıkartabileceğini biliyorum. Ama romantik komediler mutlu sonla biter. Biz ise asla sonunu göremeyeceğiz. Bu nedenle romantik dram olması da olası! Olsun yine de bu kadar sığlaşıp, bu halde romantik birşeyler elde etmeyi de kar sayıyorum.

Bensiz hayatının anlamsız ve hayalperestlikten uzak olacağını, Nutella'ya ölüm anıma kadar sadık kalacağım gerçeği kadar iyi biliyorum. Bensizlikte yapacak milyonlarca şey bulacağına eminim. Ve emin olduğum bir konu da milyonlarca meşguliyetin içerisinde öyle saatlerce yokluğumu hissetmene rağmen oturup düşünmeyeceğin...

Ben sen gidersen bir gün ki bunu hiç istemiyorum saate bakmaya başlayacağım. Belli bir zaman diliminde hiç buluşmayı sevmiyorum seninle ama sen gidersen bu ayrıcalığı başka kimseye tanıyamayacağımı biliyorum. Çünkü ben ne zaman biriyle belirsiz bir zaman aralığında buluşmak istesem, sen dışında hepsinden sıkılıp saatime baktığımı fark ediyorum. Fakat bunun üzerine saatlerce oturup düşünmüyorum.

Bensiz kalırsan konuşmadan yemek yeme becerisi edineceğine eminim. Çünkü benimle o kadar gevezeleşiyorsun ki bu yüzden yemek yeme hızın her geçen gün yavaşlıyor. Mide dostu yeme bilincinim ben senin, sen bilmiyorsun.

Yüzlerce oyun oynamışızdır biz seninle. İçerisinde şişe çevirmece sonunda öpüşme de vardır, lades te! Hatta sıkıcı gazete eklerinin üzerine aptal yazılar yazarak ne düşündüğümü tahmin et oyunu da... Seninle geçirdiğimiz yüzlerce saat içerisinde sürekli oyunlar oynarken en çok kelime oyununu seviyoruz. Ben sıkılınca masadaki kağıtları parçacıklara bölerim, önüme bakarım. Sen ise bacağını sallamaya başlarsın. Sen ne zaman bacağını sallasan benim o ritme takılır aklım, başım döner.

Beni iyi tanıdığını düşünürsün, çünkü ne de olsa birlikte büyüdük.Ama konu sen olunca sığlaştığım kadar senin benim sığ yanlarımı bildiğin konusunda da o kadar ısrarlıyım. Senin tanıdığın ben, uzak ülkelerde önüne gelen bir porsiyon yemek gibiyim. Neticede bir tabak içinde bildiğin sebzeler ve etler var. Ama lezzeti seni hep şaşırtır. Aroması, kokusu o kadar farklıdır ki ne zaman ağzına bir lokma alsan farklı hazlar alabilirsin benden.

Çok sonra anlayacağın alışılmadık bir his olmak istemem içinde. Ya bugün benimlesindir ya da hiç yoksundur aslında. Bir gün yokluğumu düşünüp pişman olman yerine bugün var oluşumla keyif duymanı ve hep benimle olmak istemeni dilerim. Belki de oynadığımız o aptal oyunlar yerine akıllıca bir oyun oynamalıyız seninle. Tek bir kural olmalı içinde; sen hep sen, ben hep ben gibi.. Hiç yok olmayacakmışçasına..

21 Ekim 2011 Cuma

Sınırın Ötesi

Sen sınırlarla çizilmiş ve bir demir yığını ile benden ayrılmış olandın. Sırf bu yüzden birbirimize çok yakın olmamıza rağmen hep birbirimize ulaşmak için vize almamız gerekiyor. Bütün anlamsız prosedürler insanları koruma altında daha çok insanların hayatlarını zorlaştırmak için.. Ve evet biz sadece birbirimizin hayatını zorlaştırmak için yaratılmış iki kayıp insanız.

Zor muyuz, kolay mı? Ham mıyız, olgunluğa erişmiş iki yetişkin mi? Birbirimizin ayaklarında dolanan iki deliyiz o kadar... Hiçbir zaman büyümek istemedim belki de bu yüzden beynim hala beş yaşında bir çocuğun hayalperestliği ile hayatı yaşamaktan bıkmış seksen yaşında bir teyzenin bıkkınlığı arasında gidip geliyor.

Güneydoğuda sınır kentinin tepesinden başka bir sınırın ötesindeki ışıklara bakarken düşünüyorum. Neden hep zihnimizde, kalbimizde, isteklerimiz de sınırlar var. Sınırsızlık olsaydı eğer ve ben sınırsızlık içerisinde yaşamayı becerebilen bir süper kahraman olabilseydim bir ortak geçmişe sahip olabilir miydik?  Delice içip dağıttığımız klasik bir gecenin bitiminde sarhoşlukla yorgunluk arasında kalmışken oturduğumuz kaldırım da bana söylediklerin geliyor.
-Sarhoşuz. Ben en çok sarhoşken sınırsız olabilmeyi seviyorum...
Bunca yıldır söylemediğimiz, yapamadığımız onca şeyin arasında belki de söylediğin en anlamlı cümle bu! Keşke bir ömür sarhoşmuş gibi yaşabilmeyi becerebilecek kadar ahmak bir adam olsaydın. Çünkü ahmak olan insanlarda da fütursuz, sınırsız davranışlar sergileme eğilimi mevcuttur.

Ne zaman beş yaşındaki çocuğu dinlesem gitmek istediğim milyonlarca şehir ismi, deneyimlemek istediğim yüzlerce aktivite geliyor aklıma. Ve en çok bir kez daha elini tutup "Salak seni! Bir ömür sarhoş olursan söz sana aşık olacağım." demek de... Ellerimi, kollarımı boşluktaymış gibi sallayıp çıplak denize girmek istiyorum. Bilmediğim bir bara gidip tek başıma içmek, tanımadığım milyonlarca insanı tanımak, yükseklik korkuma inat bungee jumping yapmak... Ve en kötüsü bütün kamikaze deneyimlerimde seni de yanımda sürüklemek istiyorum. Çünkü senin beş yaşındaki halini zihnimde canlandırabiliyorum.Oyunbozanlık yapıp oyundan atılan bu nedenle ağlamaktan sümüğü akmış bir kenara sinmiş yaramaz bir çocuk...  Zihnim bu karmaşıklıktayken ve tam da  eyleme geçmek üzereyken seksen yaşındaki zihin teyzem devreye giriyor. Otur oturduğun yerde diyor. Kız kısmı böyle delilikler yapmaz diyor. Gördüğün göreceğini, yaşasana sen de mahalledeki diğer kızcıklar gibi... Çıplak denize girmek günahtır diye de ekleyip dudak büküyor. Aslında beni hiç sevmiyor. Buruşuk bedenini koltuğa gömüp, gözlerini kapatıyor. O adamın sana hiç hayrı dokunmadı. Alkolu ağzıyla değil burnuyla içip, iki tek atınca böğürmekten başka birşey de bilmiyor diye ekliyor. Senin karizmatik silüetini yerle bir ediyor.

Sıkılıyorum. Her zaman ki gibi sıkılıp hiçbir şey yapmak istiyorum. Ne deli bir kız gibi davranmak istiyorum ne de akıllı bir kızcık oluyorum ondan sonra... Kendime eğri büğrü sınırlar çiziyorum. Kimi yerleri geniş, kimi yerleri dar tutuyorum. Sonra uykuya dalıyorum. Rüyamda bütün insanların kendilerine çizdiği sınırları görebilme yeteneğinin bana bahşedildiği harika bir dünyada yaşadığımı görüyorum. Bütün dünyayı elime iki kuş kanadı alıp dolaşıyorum. Bütün insanlığın sınırlarını görebilen tek insan olarak, ordinaryusluk mertebesine ulaşmayı planlıyorum. Uçtukça inceliyor ve bütün insanlarda tek bir ortak noktayı görüyorum. Herkesin sınırları düzgünce çizilmiş, bir ben böyle eğiri büğrü kalmışım. Bu gerçekliği fark ettiğim anda biraz önce kanatlarını çaldığım kuş sinirli bir halde karşımda beliriyor.
- Seni yelloz, pis hirsız diyor. Sen eğrisin, büğrüsün. Sınırları eğri büğrü.... Eğriiii... Büğrü....Yumuşak g leri y olarak söyleyebildiğini fark ederken uyanıyorum.

Sınırları eyri büyrü olan bir insan olarak senin gibi düz  çizgide bile yürüyemeyen bir adamı neden sevdiğimi anlıyorum. Ben seni sınırlarım darlaştı mı hiç sevmiyorum, sınırlarım genişken bayılıyorum. Yok ya da tam tersi...

Çünkü...

-Ben dedi gözlerini yere indirirken. Öyle boş bir yoğunlukta yaşıyorum ki! Yıllardır aslında hep yapmam gereken şeyleri yapıyorum. Sabah uyanıyorum, işe gidiyorum, dostlarla buluşuyorum, özel günleri kutluyorum. Ama yok ben çok hem de sayamadığım kadar uzun bir süredir gerçekten yaşamıyorum. Sadece yaşarmış gibi yapıyorum...

Durdum. Kanım dondu. Bir basit film repliği bu kadar mı beni anlatırdı. Yok ben sen gittikten sonra aslında senin içimden gittiğini zannettikten sonra resmen kış uykusuna yatmıştım. Hayat tatsızlaştı, yüzüm hep asık! Mutsuzluktan ölecek gibiyim, can vermek isteyip veremiyor gibi... Sanki dünyaya beni attılar da yaşamak en büyük ceza gibi...

Nedir beni böylesine mutsuz eden? Sensizlik mi, neyi beklediğini bilmediğim koca geleceğim mi... Sen gittin beni  arafta bıraktın.  Yıllar oldu evet hem de çok uzun yıllar.. Bitmeyen geceler, dinmeyen sancılarla upuzun saatler ve günler... Ama yok sen bir türlü bitemedin. Senin gittiğin gece şeker komasına girdim. Senin gidişinin hediyesidir şeker hastalığım, her gün damardan aldığım insülin. Sen benim bedenimdeki şekeri, hayat şekerimi, huzur denilen tatlı duyguyu herşeyi aldın. Bana mecburi yaşanması gereken koca bir ömür bıraktın.
Mutsuzluluğun resmini çizen ölümsüz artık! Ben ise mutsuzluğun resmini çizdiğim günden beri daha az tanınır oldum.

Ama biliyorum ki mutsuzlar mutlu insanlardan daha çok! Çünkü mutluluk uçucudur.Mutsuzluk ise yapışkandır. Bir türlü gitmek bilmez. belki de bu nedenle  hep çok büyük kahkahaların ardından suskunluk anları gelir. Aşk değil bu, bir ayrılık yakarışı ya da umutsuzluğun körpe duvarına toslayan bir adamın çığlıkları da değil! Bu sadece en büyük mutluluğu yaşadıktan sonra küçük mutlu anlarla yetinmeyen bir insanın vicdani sorgulaması o kadar... Çünkü ben hiçbir zaman yetinmedim. Seninle çok daha çok olanı isterken hiçlikle sorgulanmaya karşı verdiğim herhangi bir insanın herhangi bir savaşı bu! Çünkü ile başlayan cümlelerim var. benim gibi milyonlarca insanın olduğu gibi...

Çünkü biliyorum. Film replikleri gerçek hayattan alıntıdır. Ve bu dünyada birçok insan gerçekten mutlu değil de mutluluk oyunu oynar.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Huzur Dediğin Şeyi Ben Gördüm!

Huzur ne diye sormak anlamsız! Eğer yanıbaşımda olsaydın, benim baktığım sonsuzluğa uzanan Marmara Denizinin ufuk çizgisinde yavaşça kaybolmaya başlayan güneşi görecektin. Ve yüzümdeki sonsuz mutlulukta huzurun ruhuma, bedenime nasıl işlediğini de...

Herkes aynı hayatta... Kimse ruhunun derinliğinde kaybolmak istemiyor. Hep istiyor ki yanı başındaki ses, iki kelam güzel laf etsin. Korusun, güvende hissettirsin. Arkanı toplasın, herşeyinle ilgilensin. Halbuki insanın kendisidir aslolan. Ve kendi başına ne kadar yetebildiği...Ama yok bilmek yetmez insana... Bilmeyi geriye itip, ihtiyacı karşılamaktır hukuken yaşamak yasasında yazılandır. Ve uymayan yalnız kalmaya mahkum!

Herkes aynı hayatta... Sen zannetme ki teksin bu dünyada. Sen ne istiyorsan herkes senin gibi isteklerle çevrelemiştir zihnini.. Sen bu yüzden yalnız olduğunu düşünme! Ne garip değil mi? Hepimiz aynı şeyleri isterken, hepimiz öncelik sıralamalarımızı değiştirip çatışıyoruz. Bu dünya ilginç bir oyun alanı! Kime neyin ne kadar yettiğini bilmeden, oyuna başlayıp sonra küsüyoruz.

Denize yaslanan gün batımı ruhumu ihya ederken içim huzurla dolu! Oh be diyorum kendi kendime "Yaşamak bu işte!" Balıkçı tekneleri sakin denizde yol alıyor, motor sesleri ninni gibi...

Aşk, huzur, mutluluk, sağlık, para... Neden benzer istekleri olan insanlar olarak bu kadar karmaşa var hayatımızda... Zaten yolcuyuz bu hayatta! Şimdi ölsem mutlu kalacak gibi hissediyorum. Çünkü sonuna kadar isteklerimle yaşadım.. Yaşıyorum.. Sen bilemedin ben kimim, neyim? İn miyim cin miyim ama ben kendimi çok iyi tanıyorum. Kendini koca okyanusa atmış bir deli düşün. Yolun ortasında yorulup boğulsa bile "Oh be okyanusun derinliklerini görme fırsatı buldum!Mutlu öleceğim" deyip sevinecek cinsten..

Gözlerimi kapatıyorum. Motorun, suyla sarlamanırken ki çıkarttığı o aşk sesi beni mest ediyor. Sen benim yanımda olup şahit olamadın, duyamadın bu sesi ama olsun.. Ben senin yerine de dinliyorum. Gözlerimi açıp seni karşımda bulmayı umut ediyorum. Ama ben en iyi asla umut edilmeyecekleri istemekte başarılıyımn. Olmayacak olma durumunu işte onca lafla değil ama bu huzurlu sesle kabul ediyorum.

Bu huzurun karşısında bu isteğe itaat ediyorum. Sen bilemedin hiç, bilemeyeceksin şu anda ne hissettiğimi... Aşk bir ince sızı ghibi kalbime yaslanıyor şu an... Bilmediğim bir kentin yine bilmediğim bir sokağında kimbilir hangi duygular içerisindesin... Konuştuğun dili bile anlayacağıma emin değilim. Çünkü beklentiler yada öncelikleri değişen iki insan ya da aynı önceliklerle yola çıkıp birinin yarı yolda bırakıp gittiği iki insan, bir daha asla aynı dili konuşamazlar...

Yabancı bir ülkenin iç huzuru yakalamaya çalışan sakinleri olarak, kendi iç savaşını dindirmeni ve bir gün tüm insanlığın konuşabileceği evrensel bir dili öğrenebilmeni umut ediyorum...

Yine umut ederken aynı şeyi yaptığımı fark edip, bu sefer sadece kendime şerefe yapıp içiyorum...

28 Eylül 2011 Çarşamba

Facebook Aşkım...

Dün gece dibine kadar içtim. En son garsona bana bir jack çeksene  demişim. Sızarak uyudum. Bugün sabah uyandım. Önce sert bir kahve içtim, sonra soğuk bir duş... Telefonu kapadıktan sonra hiç konuşmamızı düşünmeden içip, sonra tekrar içip sonra daha çok içip unutmaya kanalize etmiştim kendimi. Ama yok sabah öyle yapamadım. Uzun bır yürüyüş yaptım. Kuş ve böcek familyasını pek sevmezdim. Ama yok son konuşmamızla onları bile sevmenin seni sevmekten daha iyi olacağını düşünüp sevmeye karar verdim.

Maçka parkının tüm böceklerini tanımaya gücüm yoktu. Bir banka çöktüm. Elimdeki android telefonumla facebooka bağlandım. Ah benim facebook aşkım! Sen bana neler ettin... Önce tüm geçmişimizi (Allah facebook ekibinden razı olsun silmemişler hepsini saklamışlar) okudum. Benim mesaj kutumun prensi, wall'umun nadide gülü sen neler yazmışsın öyle aşkla... Allahtan facebookumuz varmış da birbirimizin yüzünü görebilmişiz. Yoksa ucucu madde gibi açılınca kaçıp, etkisini yitirecekmiş hemen aşkımız. Bin razı, ne muradları varsa versin facebook emektarlarının. O Mark çocukcağızın sayesinde kalıcı asla silinmeyecek kelimeler bıraktık birbirimize...

Okudukça duygulandım. Önce seni, sonra kelimelerini, en son olarak da facebookumu sevdim. Sonra tek tek yavaş yavaş sildim. Mesaj silmek kolay iş, önemli olan akıldan sil dedim kendi kendime. Akıldan silinen olarak akılda tutmaya heves etmiş biri olmak delilik dedim. Sonra tüm fotoğraflarına baktım.  Beni taglediğin bütün fotoğraflarından ayrıldım. Ben tagini kaldırdıkça içimin kanatları da kalktı. Bir martı havalandı... En çok ikimizin Absürd Aşklar Klübündeki resmimizi sevdim. Elin belimde resmen vantuz gibi yapışmışsın. Muzur seni!

Bu bir genç kızın, facebookta yaşadığı aşkı gerçek zanneden ama tıpkı facebook gibi sanal olan hazin aşk hikayesidir. Sen bana bir kelime söyledin. Ben kandım. Sonra hemen seni "arkadaşı ekle" butonundan ekledim. Sonra işte aşkımız dolu dizgin başladı.... Duvarıma şarkılar yükledin. Kızdık, telefonlar açmazken birbirimize içli duvar yazılarıyla kendini affettirdin. Sustum. Sana mesaj atacağıma facebook mailinden yazılar döşendim. Ama dedim ya bu sanal aşkü sabun köpüğü gibi kaydırdı ayağımı.. Popo üstü siber ortamın mermer zeminine düşürdü. Canım çok acıdı. Bir daha yeminler olsun facebookta aşk yaşayana...

Halbuki ben masallara inanan ve geceleri beyaz atlı prens hayali kuran bir deliyim. Sana inat hem de.. İnsan bu zamanda inanır mı masallara...  Sen masallara inar mısın bilmem... Facebook bilgilerini okuyunca öyle bir imajın var ama gerçeğin alakasız... İnsan en cok kendinden kurtulmak ister bu hayatta ya! Ben kendi güzel masalımla kendimden kurtulurum zannetmiştim. Ne ahmaklık! Sadece facebook bilgileriyle tanıdığım sen, hiçbirşeyimi bilmeyen ben ile tutkulu ve aşık iki kişi olarak tek bir guzel masal yazabilirdi oysa... Belki de küçük prens gibi bir kült olurdu. Bilemedık.

Sonuç ne mi? Bu yazı neye götürür bizi diye düşünüyorsan korkma! Ben seni anlamaktan vazgeçtim. Bu yüzden de facebook arkadaşlığımı bitirdim. Bir silgi yutup seni kalbimden silmesi için de görevlendirdim.

Ama...
Bir gun denize karsı oturacaksın, elinde bira! O zaman facebook modası da geçmiş olacak. Vay be diyeceksin ben ne güzel günler yaşadım, ne mutlu anlar, ne büyük aşklar, tutkular. Allah bin kere şu interneti icat edenden de benim tavıma düşenlerden de razı olsun. İçimde hiçbir şey kalmadı. Keşke yazdığım onca güzel notu bir yerlere kaydedip bassaydım. Yaşlılık zamanlarımda prim yapardı. Yaşlı entellektüel ve kitabı olan amca olarak bir sürü çıtır götürürdüm. Neyse geçmiş olsun...  Olsun yine de sevdim ve sevildim. Evet aynen boyle diyeceksin. Belki de herkesce rockcı otcu bilinen guzel bır söz yazarının güzel ve derin bir cümlesi gelecek aklına o an. Belki Teoman o zamana tekrardan müziğe geri dönmüş olur ondan birşey okursun içli içli kimbilir... Neyse kendi kendine huzur diyeceksin huzur... Ama yok burnuna bir pas kokusu gelecek.. Kalbin o zamana pas tutmuş olacak. Çünkü sanal aşklar aleminde o kadar gezinmekten gerçek aşkı yaşayamamış ve bunun farkına bile varamamış olacaksın.

İşte o an ben geleceğim aklına. Türk filmlerinde öyle olur ya.Gerçekten oluyor ki bunca yıl prim yaptı o sahneler. Yok kesin ben geleceğim. Hadi ordan kılçık diyeceğim. İçine, o pas tutmuş kalbine, kızgın bir çubukla dokunacağım. Cızzz edecek. İşte o an o güzel birandan bir yudum içip benim için denize karşı şerefe yap!

Bu yazı bunun içindir facebook aşkım...

P.S. Bende kelimelerin kalmıştı paylaşmazsam çatlardım...

27 Eylül 2011 Salı

Sen Giderken Ben Ayrılığın Anlamını Çözüyodum Sudoku Gibi...

Bir son nefes... Derin bir iç çekiş ve susma anı! Söylenecek onca şey varken en gereksiz kelimeyle son verme... Bir idam ya da intihar... Yok belki de hiçbiri değil asil bir kurtuluş zaferi! Ya da sen... Ayrılık eşittir dedikten sonra gelebilecek onlarca kelime, kurulabilecek yüzlerce cümle var sevgilim ya da bir zamanlar sevgilim olan sevgisiz beyinlim!

Ben bir ayrılık tanımlaması yapamam artık... Çünkü ayrılık anı gelip çatınca, ben zihnimde seninle en başından beri var olan sudokunu çözmeye çalıştım. Tam olarak acıdan uyuşmuş bedenimle hala çözemedim anlamını...Sen konuşurken kesik kesik ses tonunla, ben milyonlarca anımızı sayılara eşitleyip, bin olasılık hesabıyla nerdeydi yanlış olan dedim kendime... Elimde telefon, merdivenlerde resmen çakılmış haldeydim.
Kapatmadım telefonu... Kapatmak istemedim. Son nefes alış verişini duymak istedim,  o en son denen ana dek!. Belki söylenmemiş sözlerin yarattığı sessizlikte gerçek düşüncelerini öğrenirim gibi saçma bir düşünceyle sustum. O an bir çocuğun ağlaması, bir kuş tüyünün kanadından kopup gökyüzünden süzüle süzüle yavaşça yere doğru yol alması, yağmur çiselemesi,  mezar başındaki dua sesi hiçbiri hiçbiri yaşamın gerçekliğini ve dünyanın hala döndüğünü ispatlayamazdı... Ta ki telefonun kapanma sesiyle kulağı tırmalayan ses dışında!

Sanki dondum. Sanki kandığım uykudan uyandım. Ya da bu gerçekti şimdi uyuyacaktım...
Ne olursa olsun seni unutmak için çabalayacak ve unutacak yada unutmuş gibi yapıp bir yerlerde var olduğun ama hiç gerçekleşemediğin gerçeğini kabullenip yaşayacaktım...

Kadınlar ayrılıktan sonra konuşmaya daha çok konuşup daha az düşünmeye ihtiyaç duyar! Bir ten sıcaklığına değil bir dost yakınlığına daha çok tav olur.. Bu nedenle bütün yakın kadın dostlarımı aradım. Yine aynı kafede yine dört kadının her birinin de farklı tatta içtiği türk kahvelerini ısmarlayıp oturduk. Sanki ayrılık ayini yapıyorduk!

- Ayrılık nedir diye sordum kahvemden bir yudum alıp.

Ayrılık dedi Bayan Bonibon..."Yatağın sağ yanındaki boşlukla içindeki boşluğun bir araya gelip içini yakması ve seni küle çevirmesidir."
-Hayır diye söze girdi Bayan Şapka. " Ayrılık; ölüm anı gibidir. Uzun sessiz bir bekleyiş ta ki kabullenene ve  gerçeğe teslim olana dek!" dedi.
Bayan Çılgın durdu. Derin bir nefes çekti sigarasından. "Bence ayrılık bir sonraki adam için yerin boşalmasını sağlayan en önemli fırsattır!" dedi.
Sustum. Kafam karıştı. Zihnim bulandı. Kalbim kusmak istedi seni öylece.
"Ayrılık bence olmayacağını kabullenme de atılan ilk adımdır. Gerisi kendiliğinden gelir" dedi Bayan Tetanoz.

Hepsi tanımlarını yaptıktan sonra gözlerini bana dikti.

Sustum bir süre... Dudaklarım titriyordu. Konuşmak bile ağırdı sanki!
"Ayrılık; tanımını bile yapmak istemeyeceğim kadar büyük bir suskunluk hali!" dedim...

Sustum. Sen gittin, ben sudoku çözmeye devam ettim... Bu ayrılıkta ben en çok sudokunu sevdim...

5 Eylül 2011 Pazartesi

AYRILMA KISA ÖNERİLER KILAVUZU

Karşımda durmuş 6 dk diyor. Sadece günde 6 dk konuşarak bir ilişkinin ne kadar ömrü olduğunu hesaplamaya çalışıyorum. Sürekli konuşan tipitip, kara böcek gözlüklü çiftlere nazaran umut vaad ediyorlar aslında. Ama iki insanın ortalama konuşma sürelerini, ömrü hayatımdaki ortalama süremle karşılaştırınca işlerin kesat olduğunu anlıyorum.

Çünkü bir kadın ve erkek ilişkinin başında ortalama 14.75 sn süre ile konuşurken, tensel temas ile birlikte bu süre her geçen gün azalmaktadır. Kim mi demiş derseniz? Evrim teorisinin ilk deneği maymunlar... İnsanlığın ilk gününde kara sakalı ve manikürsüz tırnakları ile taşa aşık, taş gibi taş devri amcalar da bunu kanıtlamış olabilir. Orasını karştırmayın. Ama 6 dk süre değildir. 6 dk hazımsızlık süresi olan bir insanın ortalama tuvalette geçirdiği süreden başka birşey değildir!

İş böyle olunca ayrılmaktan başka çare kalmadığını anlattı. Nasıl ayrılma planı yapacağını düşünürken, kafedeki masaların üstünde duran peçetelerin ( Çoğunlukla yemekten sonra insanlar elini ağzını silsin diye konulur. Ama genelde kimse kullanmaz!) üzerine ayrılırken kullanılacak yaratıcı çözümlerimi teker teker yazdım:

  • Önemli olan ben değilim sensin...
Bu cümleyi kullanmadan önce 1 doz Küçük Emrah filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim. Hatta belki bir gece önce çılgınca bir partiye gidip, dibine kadar içip yada sabaha kadar film izleyip gözlerinizin kan çanağına dönmesini de sağlayabilirsiniz. Evet önemli olan siz değilseniz O ise; o zaman sizin bedbaht görünümünüz önemli! Bu cümlenin ince bir tehlike çizgisi olduğunu da unutmayın! Malum bu bir aşık etme cümlesi de olabilir. Cümle ile anlatılmak istenen şu olmalıdır: Sana karşı yoğun duygular içerisindeyim ama ben beş para etmez adam bütün aşık olduğum insanları üzerim. Bu nedenle ben yoluma sen yoluna güzelim...

*Aşk herşeyi affetmiyor güzelim...
    Ufacık bir problem, takılı kaldığınız bir isim, söz vs. Küçük bir sebeple büyük kavgalar çıkartıp ilişki bitirmek... Klasik ama hep işleyen bir yöntem değil mi?

    *Kariyerime odaklanıp karşına güçlü çıkmak istiyorum...
      Her insanın hayatında öncelikleri vardır evet! Ama aşk  bir öncelik değildir. Kim demiş, ne zaman demiş? İnsan başarıyı yakaladıkça, kademe kademe yükseldikçe daha çok yalnızlaşır. Ama biz şimdi bırakalım bu ince iş hayatı felsefelerini... Bu kadar bizi yoran kariyer, elbet aşk hayatımızda da işimize yarar nasıl olsa... Nasıl mı? Büyük plazaların tepelerine tepelerine bakıp, elinizle de en son katı gösterin. Ben orada olmak istiyorum. Bunun için çok çalışmam lazım. Oraya çıkınca karşına çıkıp, güçlü bir adam olarak seni hayatıma almak istiyorum ama sakın beni bekleme... Kadın bekler ama beklerken iyi bir adayla da unutabilir.Bu nedenle siz iyisi mi bu yöntemi gerçekten sizi silip, o noktada kenara itecek kadınlar da deneyin!

      * Ben tek kişilik bir yaşama sahip bencilin tekiyim, sevme beni!       

      İnsan dediğin bencil bir varlıktır. Ego denilen içimize kaçmış küçük biz, ne olursa olsun kendisini birinci kılmak için hiç durmadan çalışır. Modern yaşamla sınırlanan yaşantılarımızda hepimiz koskoca kalabalıklar içerisinde hızlı bir yarışla payımızdan daha çoğunu almaya çalışmıyor muyuz? Planlar, programlar, randevular derken hep ben ile başlayan programlarda bir ikinci tekil şahısı dahil etmek hele ki ortada aşk yok ise mümkün olamaz. Çünkü aşk, insanın bencillikten sıyrılma halidir. Ben deyin. Ben bencilim, bu yaşam beni böyle yaptı ve ben bunun bedelini yalnız yaşayarak ödüyorum ve bundan gocunmuyorum. İyisi mi sen hayatını iki kişiyle kurgulamak isteyen bir başka insanı sev... Hayat zor çünkü... Bencillikten sıyrılmak hele en zoru...

      *Kızamık oldum...

      Kızamık oldum, elektrikler kesikti dersime çalışamadım yada tsunamiye yakalandım. Bir çok neden sıralanabilir. İyisi mi siz dürüst olun. Sevemiyorum, aşk bir aptallık, ten uyumumuz berbat, tutku yok, aklımda boşluk var bir türlü seninle dolamıyor...

      En güzeli dürüstlük... Ben bütün yöntemler arasında en çok bunu sevdim. Ya siz?


        AY TUTULMASI...

        Kendi küçük yörüngesinde binbir yaşantıyı teke indirmiş bir dünyaydım ben aslında. Ta ki seni tanıyana dek... Gerçek olan sen bana gelene dek...

        Küçük bir yörüngesi olan basit bir gezegendim...  Güya gezegendim ama çok küçüktüm. Küçücük bir dünyaydı benimkisi.... Geceyi karanlıkta kendini kaybetmek zannederdim. Onca yıl hep karanlıktan korkan ben, pat diye aniden çıkagelen sen ile yeni bir lügat yazdı.. Karanlıktan korkan bir çocuktum. Bir mesaj aralığında gözlerimi açtım, kapadım. Karanlık olan her yer korkuturken beni kirpiklerime üfledin. Karanlık sokakları,  küçük yaşantımı tehdit edecek insanlığın bütün karanlık yönlerini aydınlatmıştın. Gözlerimi açtım ve tüm o ışıltıya yansımış ruhunu gördüm. Ben seni ilk defa kendi yaşamıma karanlıktada bakabilme yetisini bana kazandırınca anladım. Anladıkça da sevdim. Sevgi ne demek bilmiyordum. Sevgi hep ileriye  adım atmaktı hem de hiç geriye dönmeden... Evet sevgiyi ben böyle tanımladım... Ve adım atarken hiç geriye dönüp bakmadım.Öyle çok sevdim ki adım adım ilerlemeyi, her adımda sana yaklaştıkça çok sevmeyi de öğrendim.

        Birbirimizin etrafında dönen küçük gezegenlerdik. Bu evrende tek olmadığımı bilme hissiyle mutlu uyudum gecelerce... Artık benim de ben dışında görebildiğim bir başka gezegen vardı. Milyon ışık yılında beklediğim küçük gezegen.... Huzurla uykuya yasladım başımı... Gündüzleri renksiz beni izlerdin, güneşe mutluluğumu anlatırken dinlerdin.

        Ben hiç zamanı ölçemedim. Zamanla hiç anlaşamadım. Seni tanıdıktan sonra  hiç saate bakmamayı da öğrendim. Yıllar geçse umurum değildi aslında! Aslında zaman seni tanıyana dek işleyen bekleme süremdi... Karanlıkta bir adım sonra bir adım daha yaklaşınca sana, gözlerimi kamaştırdın. Karşıklı ilk defa duruyorduk. Seni hiç bu kadar yakından görmemiştim. Sen daha önce hiç bana dokunmamıştın. Gözlerimiz buluştu, aslında senle ben yani biz ilk kez buluştuk. Ben o an dünü, dünde hem de herkesi affederek bıraktım. Sevgi herşeydi ama yok o an aşık oldum. Karşlıklı birbirimizin gölgesi bile olamayacak kadar aynı hizada öylece bakıştık.

        Bana ilk kez  biri hiç dokunmadan dokundu. Benim karanlığımda aydınlığım oldu. Sevgi adım adım ilerlemekti  ama yok  bana hiç konuşmadan aşkı da öğretti. Aşk sevgi gibi değildi. İki adım ileri, bir adım geriydi... Sen ile ben iki gezegendeki tüm objeleri, tüm varlıkları birbirine çekecek kadar çekim gücü yaratıp, ruhumuzu çocuklaştırıp kalbimizi delicesine çarptıktan sonra donduk... Herşey dondu. Hem üşüyüp, hem yandık. Sonra yavaş yavaş yörüngemden çıktın. Tek olmayı ispatlar gibiydik. Bizdik...Sonra sen yavaş yavaş ayrıldın. Ya da ben...Tekken sen ve ben olduk. Yarattığımız çekim, kalplerimizi bedenlerimizden çıkartmak için içimizi parçalarken vazgeçmedik geri adımlardan... Çünkü aşk böyleydi..


        Aşk geçiciydi tıpkı ay tutulması gibi...
        Tıpkı Küçük Prensin sorduğu gibi: "Geçici ne demek?"
        Tıpkı cevaptaki gibi : "Bir süre sonra yok olan..."

        Ben kendi küçük yörüngesinde dolanan küçük bir gezegendim. Aşk ile bir süre sonra yok olacağımı hiç bilmeyendim...

        Bir adım attım sonra bir adım daha derken geri adım...

        9 Ağustos 2011 Salı

        OYUNBOZAN

        Sordum kendime hem de hiçbir işim yokmuş gibi...

        Masal gibi bir hayat mı yaşamak düşe kalka, bin darbe, bin sıyrık  ve bin yara iziyle? Yoksa korunaklı bir prenses edasıyla atraksiyonları az, adrenalin düzeyi ortalama da kalan bir hayat mı?
        Düşündükçe, düşündüm. Düşünceler içinde boğuldum. En sonunda "Kızım sen bunun tercihini bile yapamayacak kadar kararsızsan ortalama olmak senin neyine?" dedim kendi kendime. Yara bere içinde masal bir hayatı seçtim.

        Akşam yaz esintisi püfür püfür perdelerimi oynatırken, sesi hiç dinmeyen sokağımda oynayan çocukları seyre daldım. Çocuklardan biri o kadar bana benziyordu ki. Bütün oyunlar istediği gibi oynansın istiyordu, olmayınca çekip gitmeye kalkıyordu, diğerleri de arkasından... O kadar uzun süre seyredip keyif aldım ki bir zaman önce kendime sorduğum iki sorudan seçtiğim masalsı yaşam seçimini, zaten yıllar önce yaptığımı  fark ettim.
        Küçücük tıfıl bir canlıyken alt mahalle de konumlanmış onlarca gece konduda yaşayan çocuklarla çete kurmuştuk. Annem sırf okula beni göndermesin diye gidip o çocuklarla oynar, bit kapardım. Çünkü hastalanıp okula gitmemek herkesin yapabileceği bir şeydi. Sonrasında sınıfta benim gibi bitlenebilen başka çocuklar olduğunu görünce çok büyük hayalkırıklığı yaşamıştım. Tıpkı istediği olmayınca oyundan ayrılan çocuk gibi vaz-geç-tim. Annem de sinir krizlerinden kurtuldu.

        Çocukluktan genç kızlığa adım attığım günlerde sokakta çocuklarla çete üyeliği oyunundan sıkıldım. Çeteyi dağıttım. Çünkü ben bir oyunbazdım.  İlgi alanlarım değişince bütün yeni yetme genç kızların kurduğu beyaz atlı prens hayalleri kurmaya başladım! Masallar yaratırdım ilk an karşılaşmalarıyla ilgili... Delicesine senaryolar, farklı milyonlarca mekanda geçen kimisi romantik, kimisi macera dolu karşılaşmalar.... Kurduğum onca kurgu çöp oldu. Ben ilk defa kusacağım diye çöp poşetini elinde tutmuş bana derin derin yeşil gözleriyle bakan bir adama aşık oldum. Yine de masalsı tarafı dünya üzerinde kimsenin aşık olduğum an adı altında böyle bir hikayeyi anlatamayacak olmasıdır eminim. İlk aşkım çekip gitti. Gitmesine benimle birlikte birçok dış etken de sebep oldu. Yine de ilk aşk hikayemde oyunbozan karakteri benimdi.

        Yaşım ilerledikçe yaşadığım kentten koptum. Çocukluğumun geçtiği sokaklardan, çocukluk arkadaşlarımdan... Benim dışında bir dünya olduğunu ve benden daha kötü yöntemlerle oyunbozan olan karaktersiz insanlar tanıdım. İnsanları tanıdıkça çocukluğuma dönmek için çabaladım. Masum masallarımdaki masum oyunbozan karakterime bürünmeyi çok istedim. Dönüşümüm için çabalarken yaşamın kıyısından geçen sıkıcı bohemyalardan olamadım. Yaşamım içinde alışkanlıklarım devam etti. Masalsı olmayan hiçbir hikayeyi bozmadan edemedim. Öyle ki ilk aşkımın anti romantik ama masalsı ilk anından sonraki bütün anlar farklı değilse benim için değersiz sayıldı. Masalsı karakterlerin, sırf yaratıcılıktan yoksun aşklara sahip olmalarından ötürü ezdim ve geçtim.

        Sokakta oyun oynayan çocuk bana benziyor. Benim gibi bir karakteri olacak mı bilmiyorum. Ama kendimi çok iyi tanıyorum. Ben iflah olmaz bir oyunbozanım. Her seferinde bana benzeyen, masalların peşinden giden başka oyunbozanlara takılıp gitmem belki de sırf bu yüzden! Ve ilk hamleyi hep benim yapmak istemem... Kim ilk oyunbozan olacak oyunu oynar gibi!

        Öğrendiğim çok şey oldu oyunbozanlık hakkında! Kötü oyunbozanlarla nasıl mücadele edileceği gibi... Kendime öyle sağlam zırhlar yaptım ki yılların deneyimiyle... Herşeyi yıkıp geçtiğimde içimdeki duygu hareketlenmelerini, masalın sonunda bende bıraktığı son etkiyi kimse anlamasın diye çok güzel maskeler takabiliyorum. Ve ben yerine neden hep karşımdaki daha çok zarar görüyor dediğimde, zırhımı çıkarttığımda zırhımın hep beni koruduğunu görüyorum.

        Çünkü dedim ya ben if-lah ol-maz bir oyun-bozan-ım...

        Ve kuralları hep oyununa göre oynar, istemeyince oyunu hep bozan olurum.





        27 Temmuz 2011 Çarşamba

        Çılgın Kız ile Asosyal Adam Aşk Yaşarsa!

        Asmalı'da masalar sokaktan kaldırılınca, içeride oturmaya talim oldum. Sigarasızlıktan ölecekmiş gibi sinir krizine girerken benden daha deli, daha denge-siz çılgın kız monoply yaşamında atağa geçmiş bana hayatının erkeğini bir yaz akşamı izbe bir barda nasıl da bulduğunu anlattı....

        Taksim'deki izbe mekanlardan birinin yine izbe bir köşesinde "son mekan olsun, biraz takılır sonra kusmadan evime giderim" derken yine onun gibi barın köşesine öylece sinmiş, bilgisayar mühendisi tipli sessiz  adam gözüne çarpınca bir tek daha atası gelir. O arada bara doğru yürür. Adamın yanına ilişir, bara kollarını dayar. Barmene "Bir shut hazırla ne olursa artık kafana göre" der. Ayakta hafif sallanırken adamın yüzünü daha detaylı incelemek için dikkatlice bakmaya başlar. Başı ve midesi birbirleriyle dans ederken, etrafın flulaştığını hisseder. Biraz daha yaklaşır biraz daha biraz daha derken dengesini yitirir. Adamın üstüne düşünce, ikisi birlikte yere yuvarlanır. O kalabalıkta kol, bacak, kafa etraftaki insanların eline, koluna, poposuna çarpa çarpa yavaş çekimde yere kapaklanırken kız hayatının erkeğinin kollarında olduğunu anlar.
        Adam sinirle ayağa kalkar, kızın kolundan çekerek kızı da ayağa kaldırmaya çalışır.. Bütün gün tükettiği alkolden olsa gerek kız dana gibi ağır olduğundan bayağı bir zorlanır. Yine de kibarlığı elden bırakmamak adına kız ayaklanınca :
        - İyi misin? diye sorar.
        İnsan alkolikken neden özlem duygusu ağır basar ki! Evden çıkmadan sinir krizi geçirmesine sebep olan kedisine attığı şaplağı hatırlar. Burnunun direği sızlar, gözleri dolar.
        - Hiç değilim, der. Hem de hiç...
        Düştüğünde yerdeki tozun, içkilerin bulaştığı bedenini umursamadan adama sarılır. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

        Barda hiç tanımadığınız biri üzerinize düşer, üstüne en pis haliyle size sarılıp salya sümük ağlasa ne yaparsınız? Kız bu soruyu bir kez bile aklına getirmez. Adam ne yapacağını şaşırır. Bir süre öylece kalır, sırtını pışpışladığını hisseder...  Kedisini tekrar hatırlar. Onu özlediğini fark eder. Sonra adamı sarmaladığı kollarını çözer ve barmenden biraz önce istediği shutın tam da önünde durduğunu  görünce tak!
        Bazen hepimizin "Bu hatayı yapmamalıydım yada herşeyi yaptım da bunu yaptım boka baktım!" dediği anlar vardır. İşte kız da minnacık bardakta masum görünen bir damlalık alkolü, tek dikişte bitirince bu hareketi yapmaması gerektiğini anlar. Midesinin zıvanadan çıktığını anlayınca hızla kendini dışarı atar. Arkasından koşan adam da kapının önündedir.  Adam kızı kolundan tutar. Tekrar bozuk plak gibi "İyimisin?" diye sorar ve... Dan dan dan... Kız adamın üstüne üstüne o gün içerisinde midesinde dolanan ne varsa kusar.

        Bu hikayenin sonunu dinlemek bana ağır gelince bir sigara yaktım. Dışarıda öylece biraz durup "neden böyle garip arkadaşlarım var?" diye düşünmeye başladım. Bilemiyorum. İnsan sanırım kendi gibilerini çekiyor hep hayatına... Biz ne tasavvur ediyorsak o geliyor başımıza... Ben de sanırım bitmek bilmez maceralarıyla bir sürü dostun beni çevrelediği ve bol hikayeli, atraksiyonlu bir hayat diledim. Off.... Çocukklen dilenen dileklere dikkat! Büyüdükçe unutuyorsunuz sonra patlıyor işte böyle... Sigarayı hızla içip, geri yerime döndüm. Hatun bu arada yeni istediği mojitoyu bitirmiş ( bir sigara içim süresinde...) beni bekliyordu. Hiç ara vermemişçesine devam etti...

        Adam ne olduğunu anlayamaz. Kızın edebinin bile yetmediği bir küfür basar. Kız utancından öleceğini hissederken, hafiflediği için ayrıca mutludur. İçinden poposunu titrete titrete gülmek gelir. Ama susar. Ciddi ve ezik bir ifadeyle adama döner:
        - İyi misin? diye sorar.
        Adam sinirli gözlerle kıza bakar:
        - Kızım derdin ne senin? Gecenin içine etmek sözünü uygulamalı ispat ediyorsun. Üzerime düştün, aniden barın ortasında ağladın, üzerime kustun... Derdin ne ha?
        Ha dedikten sonra ağzını bir iki saniyeliğine açık bırakır. O an çok komik durduğunu düşünür kız. Evet kesin hayatının erkeğidir bu adam. Hem bu kadar mulayim hem bu kadar sinirli, hem bu kadar ezik hem de bu kadar kendinden emin davranması hoşuna gider.
        - Sana kur yapmaya çalışmıştım! der.
        Kız Küçük Emrah gibi boynu bükük durup adama bakar. Aciz Kız rolü her zaman işler diye düşünür. Adam kızı kolundan tutup "Hadi  gidelim!" der. Kızı alıp Taksim sokaklarına dalarlar.

        Hikayeyi bitirmenin rahatlığıyla sustu. Karşımda resmen mal gibi oturmaya devam edince dayanamadım. Eeee dedim. E si yok dedi. Nasıl yani diye sorunca "Kızım adamla çok romantik bir tanışma yaşadım, sabaha kadar muhabbet, geyik, fanfini. Sabah bir uyandım. Yok ben değil sarhoş halim aşıkmış." demez mi! İçimden öldürmek istedim. 
        "Kızım o zaman niye konuşuyoruz iki saattir bozuk plak gibi anlatıyorsun, gizem yaratıyorsun?" 
        Başını önüne eğdi. 
        "Ben manyağın önde gideniyim tamam kabul. Ama herif sürekli arıyor ne yapacağım akıl ver diye anlattım!" dedi...
        Ah bu modern zannedilen yalan ilişkiler... Bazen bu kadar sanallığın içerisinde gerçek olanı ancak rüyanda görürsün kızım diyorum... Başka da diyecek söz bulamıyorum...

        P.S. Sarhoşken hissettiğiniz duygular sanaldır.

        Saadet...

        İflah olmaz insanoğlu hakikata ulaşmış meclisin önünde eğilierek şöyle der:
        - Ben bir serseriyim, bir düşmüş, bir dilenci, bir açgözlü, bir zavallı... Kayboldum derin bir yalnızlıkta. Herşeyi bilen adamlar olarak size tek bir sorum olacak. Saadet nedir?
        Zerdüşt, Buda, Hz. Musa hatta Lokman Hekimin bile bulunduğu bu çok geniş "herşeyi bilen adamlar" meclisi konuşmaya başlar.
        Zerdüşt saadeti karanlıkta kalmamak olarak tanımlar, Buda yok olmak ve Nirvanaya ulaşarak... Musa nefsi bütün tutkulardan arındırmak derken Lokman Hekim bütün dertleri bir tek kelime ile ifade etmek için icat edilmiştir diye farklı bir yorum katar.
        İnsanoğlunun tüm bu farklı yorumlarla azıcık beyni de sulanır. Derin bir karmaşa içinde ve sonuca ulaşmayan bir matematik problemi çözer gibi hisseder. Tam o anda her meclisin olduğu gibi herşeyi bilen adamlar meclisinin de başkanı gelir ve omuzları çöküp yere gözlerini dikmiş, çaresiz insanoğlunun omzuna eliyle dokunur.
        - Saadet! der. Saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir

        .....


        * Hilmi, Filibeli Ahmed; "Amak-ı Hayal" Kaknüs Yayınları, 1998.

        16 Temmuz 2011 Cumartesi

        Bana Öyle Bir Cümle Söyle ki Romantik Olduğumu Anlayayım!

        Tatil sonrası kentin hızlı yaşantısı ve bayık sıcağında kendimi eve hapsedip, "Scent Of A Women" filmini izleyeyim dedim. Al Pacino'nun kör bir adam rolünde Carlos Gardel'in "Por Una Cabeze"si eşliğinde yaptığı dans sahnesini izlerken kendimden geçtim...

        Klimanın zararları üzerine o kadar atıp tuttuktan sonra gururuma yediremediğim için vantilatöre talim bir haldeyim. Elimde mahallenin bakkalının yeni yaz hizmeti kapsamında bana kakaladığı ev limonatasını yudumluyorum. Limonata taze limonla değil de mübarek sirkeyle yapılmış! İçime kıyarken ben hala serinlemeye çalışıyorum. Biraz önce izlediğim filmin etkisinden kurtulabilmiş değilim. Sanırım bazı filmler insanı elektrik çarpmışa döndürüyor. Bu hissi "Cinema Paradiso" ve "Dolce Vita" filmlerinde de hissetmiştim. Ama yok bu sefer farklı!

        Al Pacino kör olsa bile prim yapar dedirtecek cinsten dans ederken aklımda binbir düşünce... Kadını kollarına alıp dans ederken kendimden geçtim.  İçimde binlerce zıt duyguyu bir arada barındırdı. Kemanın ince sesi hayatımda hiç böyle romantik bir sahne izlemediğim hissini yaşatırken bana, tangonun iki bedeni çeken mıktanıs etkisi bana "tutku"nun ancak bu kadar güzel anlatılabileceğini gösterir gibiydi. Peki ama romantizm nedir?

        1. Romantizm çaba isteyen bir sanattır!
        Klişe sevgilinin yapabileceği en fazla çiçekçiden aldığı dikenlerle bezeli bir buket kırmızı gül ve abartılmış mum ışığı yemeği organizasyonu olur. Bir de üzerine muhabbet yeni yetme şair havalarında iki güzel laf edeyim çabasına bürününce alerji etkisi yaratıyor.
        Romantik olmak isteyen ama bunu filmlerden öğrenmeye çalışan yeni yetme delikanlılara sesleniyorum. Kadınlar basit ve içerisinde yaratıcılık olan sürplerizleri sever.  Hayatımda aldığım en güzel çiçek, komşunun bahçesinden gizlice toplanmış arada  yolunmuş otlarında bulunduğu bir buket papatyaydı. İki arada bir derede ter içinde kalınmış ama çaba gösterilmiş bir davranış!  Evet romantizm bir sanattır. Ve sanat emek ve çaba ister.

        2. Romantizm tesadüflerle dolu anlardır!
        "Closer" filminin başında Alice ile Dan'in tanışma sahnesi bence planlanmamış romantizme önemli örneklerden biri olarak verilebilir. Kız yarı baygın yerde bir seksen yatarken, sonrasında hayatının aşkı olacak Dan yardım için O'na koşar. Kız gözlerini açar. "Hello stranger!" der. Evet bence güzel bir başlangıç ve bence çok da romantik bir an!!!

        3. Romantizm süslü ve uzun olmayan cümlelere sahip bir kitaptır!
        " Sen ne zaman, nereden geldin ? Yüzün ne kadar güzel, gerçek misin ?" Son zamanlarda okuduğum bir blog yazısından... Gerçekten çok basit ve güzel! Romantik cümleler kurmak için Shakespeare olmaya gerek yok. Planlanmamış anlarda planlanmamış ve sadece hissettiğiniz için söylediğinz onca basit kelimeden oluşan cümleler yok mu! Evet işte o cümleler... Romantik cümleler...

        4. Romantizm herkese göre farklı olandır!
        Hani ilişkilerin birinci, ikinci sonra devam eder bu bininci ay kutlamaları var ya... "Birinci ay kutlamasını  illa da yapacağız" diye tutturup evden zorla çıkaran bir aylık sevgilisi üstüne "Aşşkıımmm bu akşam programı senin istediğin gibi planlayalım. Nereye gitmek istersin" deyince "Recep İvedik-2 gelmiş, ona gidelim" deyince kavga kıyamet, ertesi gün terkedilenlerdenim... Belki de benim romantizmim dünyanın en iğreti adamı ve en saçma filmlerinden birini bile sıkılmadan izleyebilmektir. Herkes aynı olmak zorunda değil ki! Söz verelim hiçbirmiz birbirimize benzemeyelim.



        Bu soru açık uçlu sorulardan... Tanımlamakla bitmeyecek cinsten!  İyisi mi romantizmi akışına bırakmak... Ben hiçbir zaman klişe bir romantik olamadım. En saçma anlar, en aptal cümleler, en iki arada bir derede yaşanan lardı beni benden alan. Sanırım ben ağdalı ve abartılı hiçbir şeyi sevmediğimden... Herşey iki kişi arasında kalsın, dışarıdan bakınca kimse anlamasın ama o kişi herşeyi hissetsin. Sihirle bulansın anlar... Evet romantizm benim için bundan ibaret!

        P.S. Fikrimi değiştirdim. Dans etmek güzeldir. Ve romantik bir eylemdir.

        10 Haziran 2011 Cuma

        Küçük Kız Çocuğu...

        Yıllar önce arabayla beni evden alan ilk adamdın. Ben ve kardeşlerimi... Birlikte lunaparka gidip, rengarenk ışıl ışıl dünyanın içerisinde nasıl da eğlenmiştik. Dönme dolaba ilk binişimdi. Zaten sonra da hiç binemedim. Sensizlik o kadar ağır koydu ki dönme dolaplardan bile nefret ettim.

        Beni ilk terk eden adamdın. Ayrılığın ilk acısı, ilk nefret duygusu biraz da kendine acıma... Ortaya harmanlanmış ve kavrulmuş yüreğimle ben ilk defa kendimi çok yalnız hissetmiştim. Sen evden gidince ve günlerce gelmeyince zırıl zırıl ağlamaktan gözlerim şişmişti. Ciğerleri sökülerek ağlama nedenim ilk ve son kez bir adam için olmuştu. O da sen olmuştun. Ben küçücük bir kızdım. Büyüdüm, serpildim. Hatta resmen senin ayrılığınla törpülendim. Ama senin bir daha dönmeyeceğini anladığım andan sonrası ve öncesi diye hayatımı ikiye ayırdım. Ve inan bana sen gittikten sonra ne senin için ne de giden herhangi birinin ardından öyle çok ağlayamadım.

        Bir akşam karlar altında soğuktan donmuş halde eve geldiğinde kardan adam gibiydin. Bir köşe de canım elma istiyor dedim diye kapıdan, dönüp  gitmiştin. Döndüğünde donmuştun. Kaşın, gözün, elbiselerin bembeyazdı. Elindeki poşet kırmızı elmalarla doluydu. Ben ilk kez bir adam isterse herşeyi yapabileceğni işte o an anlamıştım. Zaman hızla geçtikçe benim için neler yapabileceğini gördükçe daha da bağlanmıştım.

        Çok nazlıydım. Çok çabuk hasta olurdum. Bir gün ateşler içinde yatarken, beni taşıyıp hastaneye götürüşünü unutamam. İnsan hastalanınca duygusallaşır. Bak herşeyim değişti ama hala nazlanmayı bırakamadım. Beni muayene için odaya aldıklarında, kapının önünde durduğunu biliyordum. Ve ben senin ismini bağırdığımda, sen kapalı kapının ardından "Burdayım. Bak hiçbir yere gitmedim!" demiştin. Hiç bir yere gitmeyeceğine kendimi o kadar inandırmıştım ki...

        İnandığım çok şey vardı. İkimizin arasında kopmaz bir bağ olduğuna o kadar inandırmıştım ki kendimi, dünya üzerinde bana hiçbir şey olmaz diye düşünürdüm. Bir gün düşsem anında beni kaldıracak olan sendin. Sıkıldığımda yine arabayla beni gezdirecek olan da... Ben  mutsuz olduğumda ve ağladığımda sarılacağım kişi de sendin. Bir gün uzaklara gitsem ve yine dönmek istesem kapısını çalacağım ilk zil de seninki olacaktı.  Bir küçük kız çocuğunun babasıyla yaşadığı aşkı anlatan binlerce hikaye vardır. Evet çokça da kahramanlardır o hikayelerdeki koca adamlar... Ama sen benim kahramanım olamadın. Yüzünü hatırlayamayacak ve sana en çok ihtiyacım olacak yaşta beni ardına bakmadan bıraktın. Ben de çok şeyini bırakıp, nasıl da herşeyi alarak gittin. Beni nasıl da büyük bir çıkmaza soktun. Küçük kızlar babaları gidince kabullenmez. Kabullendiği anda da büyür. Yaşları ne olursa olsun mecburen büyümek zorunda kalanlardır.  

        Babasız kadınlar yere ayakları sağlam basmak hissiyle hayatta yürüyen kadınlardır. Sürekli uçurumun kenarında olduğu hissi ile dengelerini bulmaya çalışırlar.... Bu yüzden hayata azıcık ucundan tutunarak ama asla tam anlamıyla bağlanmadan yaşarlar...

        Babasız kadınlara....

        7 Haziran 2011 Salı

        BASİT BİR FANİYDİN RESMEN CANİ OLDUN!

        Kıydın eti kıymaya çeviren demir yığını gibi! Sen ezdikçe ben inceldim. Kırılacak yanım kalmamıştı, öyle törpülenmiştim. Büküp çeke çeke zaten esnemişti her bir yerim. En sonunda ezdin ve geçtin. Elleri pamuk kokan adam, oldu elleri kan kokan adam!

        Basit bir faniydin aklımca seni ilk gördüğüm zamanlarda... Basit zevklerle dolu dolu bir yaşam sürendin. Ben en çok basitte mükemmeli bulmanı severdim. Sen de sevdiğim onca güzel şeyden en sevdiğim özentisiz, abartısız, hiç fazlası olmayan sendin. Çünkü ben öyle körpe duygularla sana gelmiştim ki bir şeyciğin daha fazla olsa batacak gibiydi. Haleti ruhiyem her şeyin ortalamasını hesaplayabilen bir hesap makinesiydi. Ne çok fazla ne de az! Yeterli yemek yiyip, yeterli uyuyan, yeteri kadar uyuyup, yeteri kadar içen ve gezen...
        Sen bana geldiğinde her şey ne de yeterliydi. Aşkımız bile adım adım bizle büyürken tıpkı yeni yetme bir evlatlık gibi nasıl oldu da yetmemeye başlamıştık birbirimize!

        Kadınlar hep böyledir işte! Her şeyi yeterli gördüğü için aşık olup sonra o sınırı aşmanın yollarını arar. Yetmedikçe sınırları zorlar, sınırları zorladıkça taşar da taşar. Biz sessiz kavgalarla birbirimizi yerken:
         "Bu yetmedi sana hadi bununla da idare etmesini bil!" dedim hep kendi kendime...

        Aramaların önce yeterliydi sonra aşk dozum arttıkça yetersiz gelince önce kabullenemedim. Sonra kabullenmeyi öğrendim. Çok aramanı isteyen dürtülerimi törpüledim.
        "Ben daha fazlasını veremem sana! Bu aşkın mutluluk dozajı bu kadar." deyince resmen tiryakiler gibi kendi içimde terapi ettim kendimi. Bu kadarı sana yetecek dedim. Tüm bağışıklık sistemimi çökerttim.
        Yanımda olmanı çok istediğimde ve sen gelmeyince "Keşke" ile başlayan cümleleri yasakladım kendime. Ben yakındıkça, sen sessizleşmeye başlayınca da keşke kelimesini unutmaya ve dilimi kesmeye karar verdim.

        Sen yeterli bir adamdın. Ben seni bu yüzden sevdim. Bu aşk hikayesinde sebep ve sonuç çok basitti. Ben de basitte mükemmel olanı istemiştim. Ama yet-e-medi işte! Ben kendimi törpüledikçe ve ben olanı benden silmeye başladıkça, senin aynı noktada kalmanı kaldıramadım. Kaldıramazdım. Bu yüzden sen; benim basit fani aşığım resmen canim, celladım oldun.

        Senden ümidi kesince ve sessizce derin bir okyanusta kayıplara karışınca bu aşk, beklemeyi bıraktım. Seni unutmak için var gücümle karmaşık aşklar silsilesine adımımı attım. Sen ne kadar basitsen o kadar karışığını buldum. Mesela sen az arardın, delicesine her dakika telefonla beni arayana gittim. Olmadı. Aşkımızın dozajı düşük mutluluğu o kadar mutsuzlaştırmıştı ki beni, gittim en yüksek dozajlı adamı seçtim. Olmadı. Yanımda olamadığın anlarda keşkelere boğulan ben, yanımdan gitse dediğim adamlar için keşkeler kurmaya başlayınca yine olmadığını anladım. Sonra her şeyden umudu kesip, basit olanı kendim yaşamaya karar verdim. Aşk oyununu beceremeyip, küsen çocuklar gibiydim.

        Yıllar böyle geçtikçe kıyım kıyım kıyılmış yanlarım, içim içim ezilmiş ruhumu bir araya getiremedim. Yıllar boyu! Önce "Beni, onu sevdiğim kadar sevmiş midir?" diye başladım sorgulamaya. Sonra "Beni hiç sevmiş midir?" e dönüştü sorular. En sonunda "Hiç sevmeyen nasıl hatırlar?"...

        Bir gün pat diye tüm geçmiş yıllara, yaşanmış kıyılmalara, sessiz çığlıklara inat bir gün işte, öyle her zamanki gibi basit bir gün de çıkıp geleceğin hiç aklıma gelmemişti. Sen basit fanim, yılların canisi nasıl da yine basit cümlelerle konuştun.
        "Ben sevdim hem de çok sevdim. Ve hep umut ettim. Bir daha bakabilir ve görebilir miyim diye en derinindeki ruhunu!" dedin.

        Ben senin caniliğinde en çok bu basit fani cümleni sevdim.

        6 Haziran 2011 Pazartesi

        MAYDANOZ KIZ: FESTİVAL GİBİYİM!

        MAYDANOZ KIZ: FESTİVAL GİBİYİM!: "Boğazın kıyısında kurulu festival alanında eteklerim uçuşuyor ! İçim öyle çoşkulu ki sahneye atlayasım geliyor. Elimdeki mojito dolu bardağa..."

        FESTİVAL GİBİYİM!

        Boğazın kıyısında kurulu festival alanında eteklerim uçuşuyor ! İçim öyle çoşkulu ki sahneye atlayasım geliyor. Elimdeki mojito dolu bardağa bakıyorum. Nanelerin tazecik kokusu içimi ferahlatıyor. Hiç bu kadar iyi hissetmemiştim kendimi uzun süredir! En son kendimi çok iyi hissettiğim gün, sen Ada'lı aşkım, seninle denize nazır evinin verandasında kaç martı geçeceğini saymak için oturduğumuzu hatırladım.  Geçen yazın ilk günleriydi tıpkı bugün gibi! Ben yine bir kadehle deniz kokusu, mavi ve yeşille sarmalanmış kafayı bulmuştum.

        Avare avare festival alanında gezerken içimdeki rengarenk kadınlardan oluşan kendi moziğimi düşünüyorum. Sonra çevremdeki bu yılın çok moda kırmızı çerçeveli Rayban gözlüklü retro aşığı  tiplere, nar çiçeği ojeli kadınlara, moda dergisinden fırlamışlara, solaryum mu yoksa tekne de güneşlenirken mi yandığını tam olarak ayıramadığım yanık tenlilere dikkatle bakıyorum. Baktıkça renklenip, renklendikçe keyifleniyorum...

        Havasını atmaya, havasını bulmaya gelenler... Yolunu kaybedipte uğrayanlar, yolunu kaybetmek için yada yolundan şaşmak için bulunanlar... Bütün bu rengarenk çümbüş içerisinde çoştukça çoşuyorum. Sonra aniden öyle birbirine sarmaş dolaş sarılmış bir çifti görünce aklıma sen  geliyorsun. Seninle ada festivalindeki  halimiz geliyor. Daha yeni ünlenmiş şarkının sözlerini bana söylerken gözlerimi kamaştırıyorsun.
        -Biliyor musun şarkıdaki festival gibisin sözü tam sana göre! diyorsun.
        Cıvık cıvık bana iltifat etmeye çalıştığını düşünürken, arkada çalan şarkının sözlerini kesip diline yapıştıran bir aşık istemediğimi fark ediyorum.
        - Çok kolay bir cümle oldu diyorum.
        Bozuk çalan bir plağa dönüşüyor suratın. Bozuk plakları sevmiyorum. Sen de sevmezsin biliyorum. Sıkıca kolumdan tutuyorsun.
        - Bir an sakin, bir an çılgın sürekli acaba şimdi ne yapacak, ne diyecek dediğim bir kişinin şu içinde bulunduğumuz festival alanından nasıl bir  farkı olabilir. Bir sürü renk var içinde ve sen bunların hiç farkında değilsin...

        Her insanın kendini fark ettiği güzel cümleli anları vardır. Sen de öyle bir anımın baş mimarıydın. Başımı döndüren bir sürü güzel insanın, harika müziğin çaldığı bu festival alanında geçmişi anarak bile daha da güzelleştiğimi fark ediyorum. Hiç çalmasa da o şarkı bir daha, seninle martıları sayamasam da, aşkımıza ait anlar hiç'likten yoksun oluyorlar. Bak sen ve suretini rafa kaldırdım ama sözlerin hala dolaşıyor beynimde!


        Senden sonra festival gezme adeti edindim. Seni belki ölesiye sevmedim yaz aşkım ama yazları düzenlenen festivallerin hepsine aşık oldum senden sonra! Romantizmin doruklarında festival benzetmeni unutmak salaklık olurdu bu nedenle ben de senin dediklerini tüm sevdiklerime söyleyerek daha çok seven yarattım çevremde... Ben seninle en çok festival gibi olmayı, denize karşı oturmayı ve martıları saymaya çalışırken martılarla resmen ahbaplık kurmayı sevdim....

        Festival gibiydim ama sen bana ayak uyduramadın... Festival gibi olduğumu sen fark ettirdin. Farkındalığı yaratan sendin, geçmişte kalmaya da sen mahkum oldun...

        3 Haziran 2011 Cuma

        Çıplak Ayakla Geziyorum!

        Korkuyorum tekrar geçmişime takılmaktan. Ben unutmak için çıplak ayakla gezen delilere benzedim fark ettin mi? Kimileri akıllanmak için ve akıllandığını kendine hatırlatmak için parmağına ip bağlıyor, küçük not kağıtlarına yazıp evlerinin dört bir köşesine asıyor. Bense çıplak ayakla geziyorum. Ayaklarım üşüdükçe ürperiyorum, ürperdikçe tüylerim diken diken oluyor. O an işte  sen varken ve tam bir moloz yığınına dönmüşken hayatım, nasıl da ayaz çarpmışa döndüğümü hatırlıyorum. Korkuyorum tekrar tekrarı yaşamaktan! O yüzden ayakkabılarımı giyemiyorum.

        Bahar gelince herkes bahçesinin kapılarını açıyor sonuna dek. El emeği göz nuru günebakanıyla, maydanozuyla, biberiyle, yapma çimleriyle küçük bir cennet bahçem var elbet benim de! Toprağına dokunduğumda rahatladığım, komşular ses çıkarmazsa sessizce oturup şarabımı yudumlayabildiğim... Bir pazar partisi vereyim dedim. Sensiz ilk baharımda sensiz ilk organizasyonuma nasıl da hazırlandım sorma gitsin. Küçük kanepeler yaptım, çeşit çeşit salataları dizdim masanın üstüne. Kareli masa örtüsünü kullandım sen hiç sevmezdin diye. Senin bu evden geçip gittiğini kimse hatırlamasın diye neler yapabileceğimi düşündüm. Hiç kullanmadığım masa örtüsü, peçeteler, tabaklar, bardaklar... Yetmedi kalktım bir gün hani ceviz ağacından harika diyerek aldığımız bütün sandalyeleri beyaza boyadım. Bahçeye elimi attım. Küçük renkli ampüller astım. Sen pavyona döner diye yıllarca astırmamıştın.

        Gün gelip çatınca ortak arkadaşlarımız, eski dostlar, yeni tanışılanlardan ortaya karışık bir davetli listesi çıkardım. Seni soran olursa yeni tanışılanların yanına giderim diye de plan yaptım. Herkesi o gün çıplak ayakla karşıladım. Akşam üzeri boğaz esintisiyle üşemeye başladıkça insanlar, dikti gözlerini palet gibi ayaklarıma.
        "Ayakların üşümüyor mu?" diye sorana "Yok böyle iyi!" diye cevap verdim. Her cevabın ardından kadehi diktim kafama...
        Bayan Bonibon kolumdan tutup ortada duran iki üç tabağı da elime tutuşturup içeri çekince beni anladım. Birileri bu gizli eylemimin vermek istediği mesajı anlayıp darbe yapacaktı. Suskunluğumu korumaya karar verdim.
        -Ne bu çıplak ayak modası? Bir oda dolusu ayakkabın var gidip giysene kızım...
        Sessizlik! Susacaktım.
        - Sana diyorum deli kadın. Vallahi çoçuğun olmaz.
        Gülesim geldi kahkahalarla...
        - Çocuk iki kişiyle yapılır. Tekim ben, tek!
        Başımı küçük Emrah gibi eğdim önüme.
        - Anladım ben seni. Hasta olayım yataklara düşeyim O'na da bahane olsun diyorsun, demez mi bu seferde!
        Bütün olayları tersinden anlama becerisi olan Bonibon'u ham yapasım geldi.
        - Tam tersi. Ben üşüdükçe beni ne hale getirdiğini hatırlayayım gitsin hayatımdan dedim.
        Acınaklı gözlerle suratıma baktı. En son çocukken dondurma almak için gittiğim pastane de param yetmeyince tezgahtaki adam bana öyle acınaklı gözlerle bakmıştı.

        Bir şeyi unutmaya ne kadar çalıştıkça verdiğiniz çaba o kadar göze batıyor. Unutmak bazen insanın üstünde eğreti duruyor. Unutmaya çalışan bana, bir zavallıya bakar gibi baktı Bonibon. Hiçbir şey demedi, döndü arkasını gitti. Sen de ben sana son ses bağırırken hiçbir şey dememiştin. "Bir sen misin bu dünyada..." demiştin. Ne çok kelime eklenebilirdi bu cümlenin sonuna...
        Bir sen misin bu dünyada bağırabilen...
        Bir sen misin bu dünyada seven...
        Bir sen misin bu dünyada acıyan...
        Sen arkanı dönünce hem de hiç dönüp bakmadan, ben oturdum sayfalarca bu cümleyi tamamlayan cümleler yazdım. Yazdıkça nasıl da üşüdüm. Nasıl da titredim.

        Parti bitince ve herkes gidince ayaz iyice bastırmıştı. Pis tabaklar, kullanılmış peçeteler, rujlu boş bardaklar, yarım kalmış içkiler, yenmemiş yemekler, dağılmış sandalyeler... Yarım bırakılmış şarap şişelerini yanıma koyup oturdum denize nazır! Ayaklarım hala çıplak... İçtikçe daha çok ısınmaya seni ise daha çok unutmaya başladım. Tam o anda işte mesaj sesiyle irkildim. Sendin. Duymuştun.
        - Çıplak ayakla yere basma! Üşütürsün. yazıyordu.
        Anlamamıştın.... Yine anlayamamıştın...

        Üşütmek ve çok çok üşütmekten hem bedenen hem zihnen ölmek istedim...

        25 Mayıs 2011 Çarşamba

        AyrılıkSonrasıHayalkırıklığı için Maydanoz Kız Acil Durum Paketi

        On bininci uykumun ortasında tam da Hogatha’ya işkence yaparken telefonumun sesiyle gerçek dünyaya döndüm. Gözlerim kapalı bir halde telefonu açınca karşıdaki sesin üzüntüsüyle şok etkisinde ayıldım. Bayan Pike  ayrılıksonrasıhayalkırıklığı ses tonuyla hiç ara vermeden olayı özetledi:
        -Ayrıldık. Hem de çok iddialı bir neden için. Aşık olmuş. Dur sorma çünkü bininci kez tekrarlıyorum bunu kendime. Kız eski kız arkadaşıymış!
        Bazen kendime gerçekten anlam veremediğim anlar oluyor. Dilim pabuç kadar! Gereksiz her anda bu pabuç kadar dil hiç susmaz, tam konuşması gereken anda kilitlenir. Anlık düşünme sürem içerisinde ne diyebileceğimi düşündüm. En sonunda;
        -Hemen atla bana gel! Bende sana iyi gelecek birkaç şey buluruz.
         Cevap vermesini beklemeden telefonu kapattım.

        Her insan, beklenmedik anlarda beklenmedik sebeplerle hiç beklenmedik olaylar yaşamıştır. Adı üstü Bek-len-me-dik! Yani sizin dışınızda ilerleyen ve siz ne yaparsanız yapın değişmeyecek gerçekliklerle donatılmış olaylar… En unutulmaz aşklarım, kavgalarım, ayrılıklarım ve kazıklarım hep beklenmedik zamanlarda karşıma çıktı. Ya da ben hiçbirini beklemeyecek kadar iyi niyetli yaklaşmışım!

        Herşeyin yolunda gittiğini düşündüğünüz bir ilişkinin bir anda bitmesi ansızın gerçekleşmez. Ama hayat işte tıpkı Noel Baba gibi torbadan ne hediye çıkaracağını bilemiyorsunuz. Sürekli sürprizlerle dolu! Ve sürprizler hep iyi olmak zorunda da değil… Beklenmedik bir anda pat diye dürtülüp “Şıştt kızım sen böyle hayal aleminde yaşa ama ben yokum artık. Bence o kadar da mükemmel değiliz.” Diyen İçsesim Maydanozu susturdum.

        En son bek-len-me-dik kötü olayımda yapmaya karar verdiğim Maydanoz Kız Acil Durum Paketim geldi. İçinde neler mi var?

        -          Acıların Kadınıyım Vallahi Çok Fenayım İlacı:
        Ben ne zaman viski içsem deli sarhoş olurum. Bu nedenle beni içim içim eriten duruma karşı güçlenmek ve kafayı bulmak adına küçük viski şişem hep hazırdır. Acıların kadını olarak çok fena olan duruma karşı en iyi ilaçlardan biri en kolay sürede sizi en mutlu eden şeyi yapmaktır.

        -          Beni Dinle CD’si:
        Durum vahim! Şimdi oturup bu CD’yi koyacağım ve sanmayın ki içinde damardan Sezen şarkılarıyla içip ağlayacağım. Yanlış tahmin… Beni dinle CD’si lokman hekim tarafından bile önerilen ve tecrübeyle sabit bir ağrı kesici! İçinizden taşmak isteyen sıkıntıyı hareketli, kıpır kıpır şarkılarla atacağınız derlemem de yok yok…

        -          Kil Maskesi:
        Neden hüzün ve mutsuzluk insanları çirkinleştirir. Mutlu insanlar hep güzel! Bu yüzden üzülüp ağlamak değil zaman güzelleşme zamanı! Bu nedenle aktardan aldığım tek kullanımlık kil maskelerim paketimin olmazsa olmazları arasında…

        -          Makas:
        İçinden belki bir anda silmen zor olabilir bütün yaşananları!  Unilever’e buradan açık çağrı! Mikropları öldüren anti-bakteriyel sabun üreteceğinize mutsuzluğu öldüren, acıyı silen kimyasal ürün pazarlayın. Bakın nasıl kar edeceksiniz. Yine de üretilmemiş ürünleri beklemekle geçmesin ömrümüz. Acı veren ne varsa lime lime edene dek kesme zamanı! Bütün fotoğrafları, acı verecek tişörtleri kesmek için makas!

        -          Telefon Rehberi:
        Siz evde romantik komediler eşliğinde “Allah’ım neden bu kadar şanssızım niye mutlu sonu olamadı?” diye dövünün, ağlayın adam gitsin Petek Dinçöz’ün en güzel eseri Foolish Kazanova şarkısının klibinde bilinmedik bir barda başrol oynasın! Yok canım pışşııkkkk…..  Tabii ki çevrenizdeki insanlar da sınıf sınıf ayrılır. Kimisiyle bara gidip dağıtmak eğlencelidir, kimisiyle evde Tabu oynamak. X- aşklar, Ex-aşklar, aday adayları, can dostlar, dostun olmak için uğraşanlar, gereksiz ama eğlenceliler, arkadaşlar…  telefon rehberine şöyle bir göz atıp program yapma zamanı! Hadi bakalım kış kış…

        -          Ayrılık Sonrası Mektup:
        Ve her ayrılık sonrasında büyük bir acıyla okuduğum ve kendime geldiğim bu mektup!
        “ Ah benim zavallı Türkan Şoray gözlü, Fatma Girik’in köylü kızı ruhlu yavrucuğum,
        Beni okuduğuna göre yine üzülmüşsün. Kesin sen de yaptın yine yapacağını! ( evetse bir kere baş salla) Üzülme demeyeceğim, üzül tabii ama memleket meselesi de yapma… Neden mi?
        -Çünkü bir kadın rimelleri akmasın diye asla ortam içinde ağlamamalıdır.
        -Herşeye çare vardır ama ölüme yoktur eğer giden ölmemişse salla! Hele seni terk ettiyse aldığı her nefeste karbondioksit miktarı çok ola işallah!
        -Kapat gözlerini geçmişi düşün. Her daim hayatında başına iyi ve kötüler gelmiştir ama sen gözünü kapatınca hep iyileri hatırladın değil mi? Kandırma kendini! Çünkü zavallı insanlar kendilerini kandıranlardır.
        -Sen ağladıkça gözlerin şişecek, gözaltların buruş buruş kırışacak. Sonra her gelen ve gidenin izi yüzüne sinecek. Ne gerek var bu kadar yüke. Unutma mutlu insanlar uçabilecek kadar hafif ve gamsız olanlardır.
        -Sen şimdi evinde oturup bu salak mektubu okurken harcadığın zaman diliminde kimbilir hayatının aşkı evinin önündeki caddeden arabayla geçiyor ya da sırf mutsuzsun diye iptal ettiğin programlardan birinde bir kafe de, arkadaş ortamında kös kös oturuyor. Hem de senden habersiz! Ne alaka deme… Çünkü hayat böyle, eksilen her şey yerini hızla doldurur. Bu nedenle toprak altında çürüme süremiz bile belli!
        Hadi şimdi beni kapa… Gerekirse ben buradayım. Sen sümüklüleri sevmezsin. Bu nedenle giyin toparlan, at kendini gerçek yaşamın seyrine… Çünkü insan yaşadığını en çok anıları çoğaldıkça anlar. Ve anılar her daim güzel değildir. Ama dolu dolu yaşamanın da bedeli budur. Bu da sana son sözüm olsun.
        Sağlıcakla kal.”

        Mektubu özenle katladım. Paketimdeki eşyaların yanına koydum. Pakete bakmak iyi geldi derken zil çaldı. Bayan Pike şişmiş gözlerle karşımdaydı.

        Elimdeki paketi uzattım. Ve “ Maydanoz Kız Acıları Dindirme Merkezi”me hoş geldin dedim…